Ar-Ge yapabileceğimize ben inanıyorum, peki ya siz?

Hatırlarsınız, 26 Haziran’da Novartis ilaçları adına genel müdürleri Altan Demirdere’nin düzenlediği, “Türkiye’de ilaç temel araştırmaları yapılabilir mi” sorusuna yanıt arayan bir toplantıya katılmıştım. Toplantıyı Tınaz Titiz yönetmişti ve sonuç raporu geçtiğimiz günlerde bize ulaştı; Sayın Demirdere’ye, Sayın Titiz’e ve toplantıya görüş sunan herkese müteşekkirim. Aslında bu köşeyi olabildiğince sağlık sektöründen ayrı tutmak istiyorum, ancak bugünkü yazının içeriğini lütfen “Türkiye’de Ar-Ge yapılabilir mi” çerçevesinde algılayınız. Konu her ne kadar ilaç olsa da, Ar-Ge yapılabilecek her alana eminim kolaylıkla uyarlanabilir ve raporun çıkarımları benzer çerçeve içerisinde gerçekleşecektir.

Konu yabancı sermaye açısından değerlendirildiğinde Novartis gibi Ar-Ge temelli firmaların yatırım yapmak için şu temel beklentileri var: Yetişmiş insan gücü (hiç kötü durumda değiliz), temel bilimlerde üstün araştırma ortamı (yeterli olduğumuzu söylemek mümkün), araştırmanın yapılacağı alandaki sektöre yakınlık, bilimsel araştırma için kabul edilebilir mevzuat, iyi bir ticari mevzuat ve en önemlisi fikri mülkiyet hakları konusunda doğru mevzuat ve uygulama; ki temel eksiklerimiz bu son üç noktada: “Ar-Ge, fikrin sahibinin desteklenip kollandığı yerde filizleniyor”.

Türkiye Ar-Ge merkezi olarak seçilmek için de bazı avantajlar ve dejavantajlara sahip. Başlıca avantajlarını yüksek kapasitesi, güçlü insan kaynakları, gelişkin IT alt yapısı, sürmekte olan AB süreci ve hinterland olarak adlandırdığımız etki alanı meydana getiriyor. Türkiye bu açılardan kuşkusuz dünyadaki en bakir ülke olarak değerlendirilebilir Dezavantajlarını ise halihazırda yürümekte olan araştırmaları belli hedeflere yöneltememesi oluşturuyor. Şöyle ki, üniversitelerimizde yapılan çok sayıda araştırma hedefe yönelik olmadığı gibi, koordinasyon değeri de taşımıyor. Her yıl verilen trilyonlarca liralık araştırma bütçeleri, genellikle münferit ve bir bütünü desteklemeyen alanlara yönlendiriliyor. Avrupa’nın en genç ve büyük nüfusu bizde olmasına karşılık yüksek öğrenim görmüş iş gücüne verilen düşük ücretler onları araştırma alanından uzaklaştırıyor. Dahası ülkemizde yerleşmiş bir Ar-Ge geleneği bulunmuyor ki, ülke olarak sahip olduğumuz toplam ve yıllık yeni patent sayılarına baktığınızda, Türkiye’nin olağanüstü kopyalama başarısını yeni buluşlara aktaramadığını görüyorsunuz. Buna siyasi ve bürokratik istikrarsızlığı da eklediğinizde ortaya çıkan tablo verimden uzak olmakla birlikte aslında yine de çok büyük bir kapasiteyi gösteriyor. Raporda dezavantajlar arasında sayılmayan, ya da benim “geleneğin olmaması” kapsamında değerlendirildiğini düşündüğüm en önemli eksiklik ise, “birlikte çalışma, birbirimizi destekleme” becerisinden yoksun olmamız. Büyük önder “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünde ne kadar haklı olsa da, iki Türk’ün başarılı birlikteliğini gösteren çok az örneğe sahibiz; herkesin kazanabileceği demokratik bir yönetime olan inancımızın zayıf olması gibi.

O halde gelelim Ar-Ge bilincinin topluma nasıl yerleştirileceğine. Birincisi kuşkusuz bu bilinç birkaç bilim insanının, bir şirketin ya da üç beş kalemin inancıyla yerleştirilemez. Devlet, TBMM, bilim kurumları, medya, siyasi partiler ve alanı ne olursa olsun faaliyet gösteren bütün şirketler Ar-Ge’nin bir toplum misyonu olarak yerleştirilmesinde sorumluluk sahibi olduklarını bilmeliler. Bu ülkemizde “hedefli araştırma” yapılabileceğine olan inancın kurulması ve yerleştirilmesi anlamına geliyor; “elalem yapar abi, biz yapamayız” kanıksamasının terk edilmesi birinci şart. Ancak bu inancın terk edilmesi için ülkenin yönetimindeki bir numaralı adamın, yani Başbakan’ın ve yanı sıra siyasi partilerin kavrama sahip çıkmaları gerekiyor. Bu sahiplenme hem bilinçlendirme, hem özendirme, ama beri yanda olası bürokratik engellerin aşılması için de gerekli. Örneğin şu an TÜBİTAK’ın araştırma fonları gereken ilgiyi göremiyor, oysa bu fonlar bilimsel (doğru) bir çerçeve içerisinde değerlendirilecek olursa ülkenin bütün vatandaşlarına açık, sokaktaki simitçi bile başvurabilir. İlaç özelinde düşündüğümüzde de başlıca taraflar ve beklentiler yine aynı. Devlet, bilimsel kurumlar, medya ve ilaç sektörünün aynı masa çevresinde gerçekleştirecekleri birkaç günlük görüş alışverişi ve beyin fırtınası ilaç temel araştırmalarında Ar-Ge’nin önünün açılması için yeterli.

Türkiye esen güçlü rüzgarlara rağmen, önü alabildiğince açık ufkunda sırf yelkeni doğru yöne çeviremediği için yol alamayan büyük bir gemiye benziyor. Hatta daha basit bir örnek, helva yapmak için bütün malzemeye ve ateşe sahip olmamıza rağmen bunları karıştırmayı bilemeyen çok zengin bir mutfak gibiyiz. Kazanda pişirmek yerine hazır helva, rüzgardan faydalanmak yerine motor peşinde koşuyoruz. Size yıllar önce karısını iyileştirebilmek için porsuk ağacından ilaç üretmeyi başarmış bir mühendis dostumuzun hikayesini anlatmıştım, bilmem hatırlar mısınız? O da kişisel inancını TÜBİTAK’ın bilgiye erişim olanaklarını ve bu ülkenin laboratuarlarını kullanarak gerçeğe dönüştürmüştü. Arçelik, Vestel gibi dünya devlerimiz Ar-Ge’yi kendi alanlarında zaten çoktan sürdürmekteler. Anlattığım hiçbir şey bizim neleri başarabileceğimizden farklı bir öykü değil aslında. Temel ilaç araştırmalarındaki Ar-Ge hevesini ise bugün Novartis bünyesinde Altan Demirdere ateşliyor. Ama başta Sayın Başbakan ve siyasi liderler olmak üzere, bir ülke olarak inancımızı ortaya koyabilirsek, içinde bulunduğumuz coğrafyanın her alanda geleceğe açılan kapısı olmamız gün meselesi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir