Babalar ve oğulları (gecikmiş bir babalar günü yazısı)

Çocukluğuma dair hatırladığım pek çok şeyin içinde babam bir şekilde vardı. Koşullar o zaman bugün olabilecek olandan çok daha ağırdı. Evler o zaman kömür sobalarıyla ısınırdı ve en eskiye dair hatırladığım babamın bodrumda kömür kırdığıydı. Babam her akşam eve geldiğinde çok durmaz aşağı iner, annemin bütün söylenmelerine inat üstü kömürden simsiyah olana dek dönmezdi. O zamanlar ben bu olup bitenden bir şeyler anlamazdım. Günler kömür külüyle başlardı, henüz yeni yanmış sobanın başına ısınsın diye astığı giysileri giyerdim, babam her sabah beni okula bırakırdı. Ben onun babam olduğunu anlamazdım o zamanlar.

Dar çerçeveli birlikteliğimiz, okula dek süren kısa yolculuklarımız ve sofra başındaki zoraki oturmalarımızı aşmazdı. Bizim aramızdaki ilişki bir baba oğul için biçilebilecek olandan çok, sanki tamamen rastlantısal ve koşulların getirdiği bir birlikteliğin zorunlu ortaklığıydı. Kendi içlerinde kapalı kalmış iki dostluk ve sevgi, yaşama dair hiçbir şey konuşmamak üzerine kuruluydu. Aslında ben hiç kimseyle konuşmazdım. Onun yerine hele küçük bir oda sahibi olma şansı bana tanındığında oturur yazardım. Gariptir, bazen içimden babama mektup yazmak gelirdi, hani şu romanlara konu olabilecek cinsten “sevgili baba ile başlayıp, sevgili oğlun” diye biten mektuplar. Birlikte geçirdiğimiz saatler ben büyüdükçe daha da azaldı. Aynı masa başında oturmuşluğumuzun en uzun süresi elbette bana cebir çalıştırmaya çalıştığı ortaokul zamanlarıydı. Herkesin babamı çok sevmesinin nedenini ben bir türlü anlamazdım. Ve gariptir, babam evden gidince rahatlardım.

Babamla asla bir adım derinlikte öteye gidemeyen bu kendine özgü ilişkimiz ben evden ayrılana kadar sürdü. Bin beş yüz kilometre öteye uzun bir otobüs yolculuğuydu, babam beni eve yerleştirebilmek için trenle izimi sürdü. Onu yeniden trene bindirip geri gönderdiğimde, artık roller değişmişti. Lakin yıllar çabuk geçiyordu. Babamla hiçbir zaman istediğim şeyleri konuşamadığım uzun yıllar, bende daha fazla suskunluk, babamda ise daha fazla umutsuzluk yaratmıştı. Artık eskisinden çok daha fazla endişeliydi her şeyden, benim ona keyif verecek sohbetlerim ise ancak bu endişelerinin dile getirilmesi seanslarıydı. Ne de olsa büyümüştük, yaşamın onun üzerine yıllardır binen yükü, benim omuzlarıma da kayıveriyordu yavaş yavaş. Artık babamı daha iyi anlıyordum. Ne gariptir ki benim yaşamım da benzer bir çizgi çizmeye başlamıştı, benliğim herkesle her şeyi paylaşmamaya alışmıştı. Artık babamı daha çok seviyordum, ama neden bu kadar çok sevdiğimi hala bilmiyordum.

Ne var ki yaşam bu kez bana karşıydı, tam “artık paylaşabiliriz” dediğimde sonrası çok hızlı giden bir kaybetmenin hazin öyküsü oldu. Babam da annem gibi geçmişi unuttu. Yolları unuttu önce, sonra bugüne dair anıları silindi, babam artık hafızası yedi yaşında biriydi, ben bir erkek evlat sahibi olmuştum. Bundan sonra aramızda “bize” dair bir konuşma asla olmayacaktı, babamın kimliği sonsuza dek suskun kalacaktı.

Lakin hikaye böyle bitmedi. Boşaltmak zorunda olduğum eski evi toplarken eski defter sayfaları arasında ona yeniden rastladım. Bunlar 1939-1946 arasında tuttuğu üç cilt günlüktü. Babam hiç konuşmadığımız, hiç konuşamayacağımız şeyleri o sayfalara düşmüştü; yaşamı, arkadaşları, ilk öptüğü kız ve babası.

29 Temmuz 1943 Perşembe, “Babam bu memlekette durmayıp Zonguldak’tan bir tarafa kaybolup gideceğini söyledi. Bunun üzerine gece hiç uyku uyumadım. Saat 4 – 7 arasında biraz bir şey uyumuşum. Dışarı çıkmadan meseleyi tekrar açtım. Konuştuk, babam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ben de kendimi tutamadım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Epey ağladık, dertleştik…”

Daha fazlasını okuyamadım, galiba bizim ailede babalar ve oğullar arasındaki ilişkiler hep böyle sessiz ve derindi. Neden öyle olduğunu asla bulamadım, ama onu neden bu kadar çok sevdiğimi artık anladım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir