Bilim dinden daha tutucu olabilir (805 yıl önceki dünün anısına)

İnsan “saf bir öğrenme isteğiyle” okudukça, bugüne dek anlatılmış olan genel bilim anlayışının, özellikle doğa bilimleri alanında sorgulanabilir olduğunu görür. Kaçınılmaz bir şekilde ağırlık kazanan bu sorgulama gereksinimi, başlangıçta kişinin kendi kendini sorgulamasıyla, yani kendi düşüncesinin “yanlışlığının reddedilmesiyle” (doğrulanması değil, yanlışlığının reddedilmesi) başlar. Kendi kendini reddetmek çok kolay gerçekleştirilebilecek bir davranış modeli değildir. Bu durumda okumalar ister istemez alan değiştirmeye başlar ve komşu bilim alanlarındaki durumun ne olduğunu incelemeye yönelir. Zaman zaman “Horasan harcı” gibi hoş tesadüfler yolunuzu düzleştirse, hızınızı artırsa da, “okuma” kendinizle baş başa kalmanız gereken bağımsız bir süreç olmak zorundadır. İşte beslenme gereksiniminin karşılanmasına ve kavramın gerçekte ne olduğunun anlaşılmasına ilişkin ortak çabalarımızın benim tarafımdaki en önemli getirisi bu “marjinal faydayı”, yani genel kavramların (paradigmanın) bütünüyle sorgulanması olanağını sunmuş olmasıdır.

Fotoğraf Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı eserinden senaryolaştırılan ve aynı adı taşıyan 1986 yapımı filmden alınmıştır, yönetmen Jean-Jacques Annaud
Fotoğraf Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı eserinden senaryolaştırılan ve aynı adı taşıyan 1986 yapımı filmden alınmıştır, yönetmen Jean-Jacques Annaud

Ne var ki genel kabullenilmiş kavramların sorgulanması çok kolay değildir. Tıp, fizik gibi çok uzun geçmişi olan birkaç disiplini dışlarsanız, bilimler ya da kabullenmeler genellikle onu kuran bir ya da birkaç kişinin düşünceleri çerçevesinde şekillenir. Disiplini ilk kuranlar ona ilişkin ilk kuralları da koyarlar. Bu şu anlama gelir; “sonradan gelen genç bireyler disiplinin kurucusunu sorgulayamayacaklarından, ilk kabullenmeler geçerliliğini kaçınılmaz biçimde sürdürür”. Zaman içerisinde o kadar katı bir yapı oluşur ki, siz ilk kurucuların düşüncelerini sorgulamaya kalkarsanız “sapkın” (heretik) olarak nitelendirilirsiniz. “Sapkın” aslında dini öğretilerin kurallarına karşı çıkanlar için ileri sürülmüş bir nitelendirmedir ve tarihte pek ok hazin soykırım hikayesini bile içerir. Örneğin daha 13. Yüzyılın başında (22 Temmuz 1209, 805 yıl önce dün) Katarlar heretik oldukları düşüncesiyle bizatihi Papa III. Innocent’in emriyle yakılmışlardır, “hepsini öldürün, tanrı kendi kullanırını ayırır” demişti Başpapaz Amalric. Ancak bilimsel kavramların sorgulanmasının “sapkınlık” olarak kabul edilmesi asla düşünülemez, zira bilimin kendisi sorgulamaktır, aksi takdirde bilimin saplantıya (dogma) dönüştüğünü kabul etmek zorunda kalırsınız.

Disiplini kuran, kuralı koyar

Bilimsel dogmalar tahmin edilenden çok daha yaygın bir durumdur, hatta bazı alanlarda bilim dinden daha tutucudur. Örneğin “kıtaların Pangea adı verilen tek bir kıtadan koparak bugünkü konumlarını aldıkları” genel bir kabullenmedir. Kopmanın nasıl gerekleştiği ise iki farklı görüşle açıklanır, “katastrofizm” (felaket, kıyamet) denen yaklaşım bunun kısa bir süre içerisinde gerçekleştiğini ileri sürer. Karşıt görüş ise, jeolojinin kurucusu kabul edilen Charles Lyell tarafından ileri sürülen “üniformitarianizm”, kopmanın senede birkaç santimetrelik kaymalarla çok uzun sürede gerçekleştiğini söyler. Bu ikilem bilimsel bir durumun dogmaya dönüşmesinin iyi bilinen örneklerinden biridir. Zira Lyell Darwin’in çağdaşı olmasının ötesinde arkadaşıdır. İddiaları evrim teorisi kadar ciddi bir kabullenme görür, disiplinin kurcusunun iddialarının sorgulanması ve reddedilmesi ise çok zordur, yavaş yavaş şekillenme evrim teorisiyle de uyumludur. Bu durumda düşününüz ki o alanda akademik kariyer yapmayı planlıyorsunuz, disiplini daha baştan reddederek nereye varabilirsiniz?

Amacımız yeni ve güvenli patikalar açılmasıdır

Dolayısıyla yeni düşüncenin bilim zırhı kuşanmış dogmatik akademide “heretik” (sapkın) etkisi uyandırması şaşırtıcı değildir. Böyle durumlarda önce yüksek tondan “konumu savunma” (statükoyu koruma) refleksi ortaya çıkar. O nedenle yeni düşünce bilim camiasına değil, halka anlatılmak zorundadır, tartışmalar halkın karşısında yapılmalıdır. Hatta tartışmayı halk bizatihi talep etmelidir (gıda alanında geldiğimiz noktada, talebin değiştiği dikkate alındığında, aslında tartışma gerçekleşmiş görünmektedir). Üstüne üstlük yeni savlar aynı bilimsel kaynaklara dayanarak geliştirilmek zorundadır. Ancak bu aşamadan sonra yeni bakış açısının da doğruluk payı olabileceği akademik çevrelerde yavaş yavaş tartışılmaya başlanır. Sınamalara rağmen geçerliliğini koruyorsa, yeni düşünce kendiliğinden yerleşir, böylelikle paradigma değişir.

İşte okuduklarımızdan geliştirdiğimiz bakış açısıyla sizi taşımaya çalıştığımız yeni konum budur; bilinenlerin (bilimlerin) külliyen sorgulanması. Birkaç küçük örnek verelim:

  • Uçmakta olan kuşun ağırlığı hesaplanabilir mi?
  • Yapıyı taş mı belirler, yoksa harç mı?
  • Metamorfoz (başkalaşım) neden kozada olmak zorundadır?
  • Kanser tedavilerinin etkisi sadece hücre öldürmek midir?
  • Peynir neden en iyi mağarada olgunlaşır?

Velhasıl amacımız yeni ve güvenilir patikalar açılmasıdır…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir