Bilinmeyenin sınırlarına cevaplar: Atlas sırtında neyi taşıyordu?

Geçmişin sayfalarını aralayıp bugüne bir şeyler söylemeye çalışan bir kimlik daha vardır ki, biz onu Atlas olarak tanımlıyoruz. Atlas omuzlarında genellikle bir küreyi taşırken betimlenir, aslında gökyüzü ile yeryüzünü ayıran Mısır’ın Shu’su da onun daha erken bir tanımlamasıdır. Atlas kimilerine göre Atlantis’in kurucusu olan kişidir, belki de kurtarıcısı. Size daha önce sözünü ettiğim Atlantis’in batış öyküsü tek bir felakete dayanmamaktadır. Farklı kaynaklar bu yok oluşun dört ayrı aşamada meydana geldiğini anlatırlar. Atlantis’ten artarda ayrılan topluluklar okyanusun iki ayrı yakasına göç edeler. Batıya olan göçler sonucunda ise Aztekler, İknalar, Toltekler ve Mayalar gibi Orta ve Güney Amerika medenyetleri, Dopu’ya olan göçler sonucunda ise Mısır ve Kalde medeniyetinin temellerinin atıldığı ileri sürülmektedir. Bu açıklamadaki en önemli kanıtlar Amerika ve Mısır medeniyetleri arasındaki dil, sembol ve mimari açıdan olan benzerlikler yer almaktadır. Antik Amerika uygarlıkları ile Mısır, Sümer gibi Mezopotamya uygarlıkları arasında gerçekten reddedilemez mimari benzerlikler bulunmaktadır.

Bu veriler okyanus aşırı yolculukların bizim tahmin ettiğimizden çok daha önceleri gerçekleştiğini göstermektedir. Nitekim yine daha önce belirttiğim gibi Piri Reis haritaları olasılıkla bu zamandan kalan coğrafi özellikleri yansıtan çok daha eski haritaların kopyalarıdır. İncelerimizin en başında aktarmıştık, bu varsayımın alternatifi söz konusu medeniyetlerin bir kısmının Mu uygarlığı tarafından kurulduğudur. Bir diğer görüş ise daha karmaşık varsayımları ileri sürer. Örneğin Mısır eserlerinin bazılarının (Giza piramitleri ve Sfenks) Atlantisliler bölgeye geldiğinde aslında kısmen var olduğu diğerlerinin bunlardan çok sonraları inşa edildiğini anlatır. Hatta Sfenks’in üzerindeki su aşınmasının çok daha erken tarihlere gönderme yaptığını, bu kadar erken tarihlerde piramitlerin de bulunmadığını, arada 8000 yıl kadar zaman aralığı olduğunu söyler. Ne yazık ki halen var olan eserlerin bile güvenle tarihlendirilmeleri söz konusu olamamaktadır. Bu nedenle varsayımların birbirinden kesin olarak ayrılması mümkün değildir.

Bu nedenle bu yazının kurgusunu varsayımların irdelenmesi üzerine oturtacağım. Birinci sınama Atlantis’in gerçekten var olup olmadığıdır ki, bugüne dek yerleşim alanı saptanmış olmasa da, bütün tarihi kayıtlarda bu ülkeye gönderme yapıldığından reddedilmesi mümkün değildir, Atlantis gerçektir. O halde Atlantis neden batmıştır? Konuyu irdeleyen geçen yazıdaki “dağın yürümesi” örneğinden hatırlayacaksınız, yeryüzünün büyüklüğü dikkate alındığında üzerindeki dağların da bulunduğu katı kabuk bir portakalın kavuniçi renkli en dış zar tabakasından daha kalın değildir. Bu nedenle bu katmanın şekil değiştirmesi zannedilenden çok daha kolaydır. O halde Atlantis ya da benzeri bir kıtanın ya da adanın batması jeolojik olarak mümkün görünmektedir.

Peki Atlantis’i batıran, coğrafyayı değiştiren ve kavimleri göçe zorlayan bu olay nedir? İşte bütün sorular bu noktaya odaklanmaktadır. Atlantis’in batış aşamaları olarak geçen milattan önce 3100, 2200, 1628 ve 1198 tarihlerinden ilki Maya takviminin başlangıç tarihini oluşturmaktadır. Mayalar takvim başlangıçlarını “sıfır”, ama tarih başlangıçlarını milattan önce 3100 olarak kaydederler. Böyle bir küresel felakete neden olabilecek birkaç etken söz konusu olabilir. Bunlardan birisi bir kuyrukluyıldızın ya da göktaşının dünyaya çarpmasıdır. Benzer bir çarpmanın milyonlarca yıl önce gerçekleştiği ve Pasifik okyanusundaki çukur alanı oluştururken, dinozorlar başta olmak üzere belli canlı türlerinin ortadan kalkmasına neden olduğu şeklindeki bir diğer bilimsel senaryoyu hatırlarsınız. Ancak böyle bir çarpışmanın olası bedeli çok daha ağırdır. Sadece birkaç kilometre çağındaki bir göktaşının dünyadaki karalara çarpması sonrasında havaya kalkacak ince toz tabakası olasılıkla bütün atmosferi kaplayacak, güneş ışınlarının aylarca engellenmesine neden olacak ve başta memeliler olmak üzere canlıların büyük bir kısmı olasılıkla tamamen ortadan kalkacaktır. O halde bu da değil, başka bir şey olmuş olmalı, yeryüzü coğrafyasını değiştirirken canlılığı çok fazla etkilememelidir.

Bu senaryonun günümüze oluşan bir sembolü bulunmaktadır. Bu sembol bence hepimizin çok yakından tanıdığı Atlas figürüdür. Atlas’ın sırtında yerküreyi taşıdığı sanılır ve Antik Yunan’daki bütün betimlemeleri diz çökmüş ve sırtında küre taşıyan bir figür şeklindedir. İyi de klasik tarihçilere göre dünyanın yuvarlak olduğu görüşü neredeyse tamamen Galileo ile ilişkilendirilir. Eski Yunanlıların dünyanın yuvarlak olduğunu biliyor olduklarını varsaysak bile, düşmemesi için destekleyecek bir tanrı figürü yaratmalarının mantığı ne olabilir? Ve aslında bence esas orijinal soru: Sevgili okurlarım Atlas sizce neyi taşımaktadır?

Benim yanıtım, Atlas dünyayı değil, dünyaya düşecek kadar yakın geçen ve gökyüzünde tıpkı ay gibi yuvarlak görünen bir başka gezegeni taşımaktadır. Görülen odur ki, Atlas başarmış, gezegeni “kaldırmış” ve tarihe mal olmuştur. Bu çerçevelendirmeler bizi başka bir açıklamaya yöneltmektedir ki, bunun ne yazık ki deneysel sınaması yapılamaz. Burada Sitchin’in Nibiru/Marduk önerisine benzer bir gezegen söz konusudur. Ancak bu gezegen dünyaya çarpmamıştır, sadece çok yakından geçmiştir. Bu kadar yakından geçiş yerçekimi kuvvetleri nedeniyle birbirleri üzerine çok ciddi kütle etkisi oluşturulması anlamına gelmektedir. Bu kütle çekim etkisi mesafe yakınlaştıkça kabuk üzerinde daha fazla, ancak çekirdekte daha az olacaktır. Kabuğu etkilenmesine karşın, dünyanın dönme momentumu değişmeyecek, bunun sonucunda portakalın kavuniçi zar kabuğu katlanacak, yani sıradağ oluşumları, yanardağ aktiviteleri başta olmak üzere ciddi coğrafi hareketlilik yaşanacaktır. Bu ciddi çekim gücü daha başka etkilere de neden olacaktır. Bulmacayı tamamlayacak bu etkilerin ne olduğunu gelecek haftaya bırakıyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir