Günümüz akademisinin üzücü zaafları; halktan kopuk bir tutum, endüstri bezirganlığı

Sadece gıda değil, tıp, ekonomi ve hatta siyaset alanında yaşanan, ülkeyi yakından ilgilendiren gelişmelerden kendini muaf sayan, hatta istifini bile bozmadan seyirci kalan bir başka cephe var ki, biz onu aslında akademi olarak tanıyoruz. Akademi bütün dünyada yaşama yön vermesi gereken ve sadece doğrudan yana taraf olması beklenen bileşen olsa da, göründüğü kadarıyla bizim ülkemizde işler öyle yürümüyor. Oysa akademi gençlerin yükseköğreniminden sorumlu başlıca unsur, meslek sahibi olacakların, aynı zamanda dünya görüşlerini oluşturmadaki başlıca itici güç olmak zorundadır. Ülkemizde üniversite eğitiminin modern yapıya kavuşturulmasındaki başlıca aşama Dar-ül Fünun’un kaldırılarak yerine İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasıdır. Ne var ki bugün vardığımız noktada akademinin hepsi olmasa da genelinin (İstanbul Üniversitesi’nin oluşturulmasının gerekçesi de olan) “ülkenin ihtiyaçlarına duyarsız kalma” geleneğini sürdürdüğünü görmek üzücüdür. Bunu ileri sürerken iki gözleme dayanıyorum. Birincisi üniversitelerin yüksek eğitimli akademik kadroları hala kendilerini dikensiz gül bahçesinin “nazendeleri” (naz eden) olarak görmekten vazgeçmediler. Beslenmeden tutun tarıma, eğitimden tutun enerji kaynaklarına dek olan planlamalarda “baş figüran oyuncu” olmak konumundan fazlasını istemiyorlar. Rahmetli Adile Naşit’in anaç haline ya da Hulusi Kentmen’in babacan sanayici rolüne özenmişler mi desek; oysa sinema geleneğinde “baş figüran oyuncu” diye bir konum olmadığı gibi, Naşit ve Kentmen senaryoların çatısıydılar. Gözlemimin ikinci dayandığı nokta ise görüş beyan etmeleri gereken durumlarda bile cılız, bilimsel temelden yoksun, ülke gerçeklerinden kopuk, sermayeden yana ve o da tamamen ürkek yaklaşımları.

Maaşlı sözcülük üstlenmiş akademi, halk onların dengeli beslenmesi gereken civcivleri

Üzülerek söylemek zorundayım, gördüğüm kadarıyla endüstriler akademiden onlarca yıl ilerideler. Son iki yıllık deneyimimden kaynaklanan daha özel örneklerle anlatayım, süt teknolojisi profesörü arkadaşlarımız homojenize yoğurdun kaymak tutamayacağından (ve piyasadaki kaymakların “çakma” olduğundan) habersiz. Veterinerlik profesörleri (normali bir yumruk büyüklüğüne gelebilecekken) “pilicin” 45 günde kesilmesi konusunda “hızlı et tutmasının ne sakıncası olabilir” açıklamasından fazlasını söyleyemiyor. Akademinin gözünde halk “dengeli beslenmesi gereken civcivler”. Ülkelerinin sorunlarından tamamen muaf “ulema”, bulunduğu steril koridorlardaki sıcak odalarından çıkmak istemiyor. Tıptakiler özel hastanelerin ve ilaç endüstrisinin ne kadar kalem erbabıysa, mühendislikler endüstrilerinin o kadar tutkunu, ziraatçılar ve veterinerler de kendi alanlarındaki sermayenin meftunu (gönül vermiş, tutulmuş anlamında) konumundalar. Çok acı bir deneyimdir, bundan yaklaşık bir yıl önce Prof. Dr. Kenan Demirkol ile şeker konusunu ve elbette beraberinde şeker üretiminin ülkemizdeki durumunu tartışıyoruz, önce Türk Tabipleri Birliği ve ardından İstanbul Tabip Odası arıyor, Demirkol’a “kurucusu olduğu Beslenme Komisyonu Başkanı titrini kullanmamasını” nasihat ediyor. Siz şimdi bu yaklaşımın neresinden tutarsınız; vatandaşın sağlığını ve ülke menfaatlerini en başta savunacağını düşündüğünüz otoriteler kendi komisyon başkanlarını dışlamaya çalışmakta. Geçtiğimiz haftalarda düzenlenen 3. Gıda Güvenliği Kongresi’nin basın toplantısında Okul Sütü kampanyasında yaşanan sorunların açıklanacağı beklentisiyle gidiyoruz, pek kimsenin katılmadığı toplantıda bütün koltuklara “Üretimden Tüketime Süt ve Sağlık, Sorular ve Yanıtlar” diye bir kitapçık bırakılmış, UHT kutu sütün nimetleri (!) vurgulanıyor. Broşür kıvamından öteye geçemeyecek bu kurgunun altında Ankara Tabip Odası, TMMOB Gıda Mühendisleri Odası ve Ziraat Mühendisleri Odası başta olmak üzere, Türk Toksikoloji Derneği, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Süt Teknolojisi, Hacettepe ve Ortadoğu üniversitelerinin gıda mühendisliklerinin imzaları var. UHT sütün süt olmadığını herkes anladı, maalesef akademi çocuklara ve süt üreticisi köylüye rağmen endüstrinin ekseninden çıkmayı başaramadı. Daha üç hafta önceydi, bir vatandaşımız yoldan çevirip beyan etti, bir gıda endüstrisi şirketinin maaşlı akademisyenleri varmış, satışlar düşmeye durunca rakip ürünü karalarlarmış. Dik durmayı beceremezse akademi, endüstrinin maaşlı sözcüsü olmaktır kaderi. Ben bu tutumundan vazgeçmeyen “kıvrak” akademinin hür (bağımsız) ve vatanperver davranacağını düşünebilir miyim?
“Monşer” profesörlüktür istedikleri, bu muydu Üniversite Reformu’nun beklentileri?

Çok daha acı bir örneğini de yakın zamanda yaşamıştık. Hükümet Türkiye Bilimler Akademisi’ne üye atamak kararını verdiğinde de akademiden duyduğumuz söz “özerk” olduğuydu: “Sen bana paramı ver ve oyun alanımı kur, beni gerektiği gibi ağırla, ama bana karışma”. Hürriyeti reddedip kendini özerklik konumuna indirgeyen bir akademi, hele bir de kendine yeni üye seçiminde yayın sayısıysa tek kriteri, nereye varmayı bekliyordu? Sonrasında onlar da dernek kurdular, dernek akademisi olma yoluna durdular. Aradan yaklaşık 80 yıl geçse de, 1933 Üniversite Reformu’nu hazırlayan gerekçeler, bugünkü akademinin çoğunluğu için aynen geçerlidir. Karşılıklı pohpohlama üzerine kurulu bir sistem, halkın gözünde “monşer” profesörlerden öte bir şey değildir.

Not: Beslenme konusundaki yazılarımızı sürdüreceğiz, amacımız endüstriye kaynak temini ve dağıtım ağlarının yenilenmesi açısından zaman tanımaktır.

5 cevaplar
  1. Banu eker
    Banu eker says:

    Değerli Yavuz Hocam, yazılarınızda ülkemizin başlıca kritik konuları hakkındaki -her birinin altına bir vatandaş olarak tek tek imza atabileceğim – görüşlerinizi ilgiyle takip ediyorum. Elleriniz, yüreğiniz dert görmesin. İyi çalışmalar dilerim.

    Yanıtla
  2. Handan Kepenek
    Handan Kepenek says:

    Bir bilim adamına bir tıp doktoruna yakışan tutum ve yaklaşımlarınızdan dolayı size saygı duyuyorum.Bu ülkeye ancak sizin gibi aydınlar yön verebilir,akademik ünvanını,bilgi birikimini paraya endekslemeyen vijdan sahibi aydınlara ihtiyacımız var.Tüm çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.

    Yanıtla
  3. Hasan Rüştü Kutlu
    Hasan Rüştü Kutlu says:

    Yavuz bey tekrar merhaba,

    Tekrar diyorum, beni 4 Nisan 2012 günü size ve Mine Şenocaklı’ya gönderdiğim, bir günde 3 yumurta-9 ayda 3 bebek bahsinden hatırlayacaksınız. Size meslektaşım diyerek hitap edebilmeyi gönülden arzu ederdim ama maalesef kendini akademisyen olarak hisseden biri olarak bunu söylemem mümkün olmayacak. 23 Mayıs 2012 günü yayınladığınız “Günümüz akademisinin üzücü zaafları; halktan kopuk bir tutum, endüstri bezirganlı” başlıklı yazınız içeriğinde akademisyenlere ince hakaret dolu söylemleriniz gerçekten belli güruha selam mahiyetinde idi. Amacım bu güruhun kimliği ve amacı ile uğraşmak değil, yazınızın içerik ve üslubunun ruh halini anlamaya çalışmak.

    Radyasyon onkolojisi alanında uzun yıllardır yardımcı doçent kadrosunda hizmet eden bir akademisyenin gıda, tarım, hayvancılık, toksikoloji vb. alanında otorite olup, köşesinden konu uzmanı profesörlere saldırması bizim içinde bulunduğumuz akademik dünyada alışılagelmiş bir durum değil. Bir okka ilimin bin okka edebe muhtaç olduğunu unutmayanlar, dikensiz gül bahçesinin nazendeleri değil, olsa olsa dikenli gül bahçesinin asli sahipleri, akademik nezaketin önemini, değerini ve derinliğini bilenlerdir.

    Kötü söz sahibine aitmiş, yazınızdaki genellemeler ve içeriğindeki ince hakaretlere muhatap olanların ortak özelliği bilimsel verileri savunmaları, her şeye rağmen subjektif değil objektif değerlendirmeye açık olmalarıdır. Endüstri düşmanı değil, bu ülkenin ve insanlarının geleceğini ülkenin öz üretim alanlarında gören, halkın ucuz; ancak sağlıklı ve güvenli gıda tüketimi için, halkın civciv gibi değil insan gibi beslenmesine yardımcı olmaya çalışan bilim insanlarıdır. Yazınız içeriğinde bahsedilen gerçek monşer ise uluslararası düzeyde teşekkül halinde organ veya doku ticareti yapmaktan yargılanan Dr.Frenkeştayn’ın suç ortaklarından biridir (29 Eylül 2011 Milliyet Gazetesi haberi ekte). Sizin ölçünüz bu olunca yazınızın öznesini oluşturan bizim gibi akademisyenlere diyecek söz kalmıyor.

    İllaki muhalif olmalıyım düşüncesi ile her şeye karşı olma fikri maalesef artık iflas etti, Karl Marx’ın dediği gibi “evrende değişmeyen tek şey değişimdir”. Lütfen ülke meselelerine yaklaşımınızda değişime gidin, kendinizi yenileyin, bunun için illaki doçent veya profesör olmak gerekmiyor, yardımcı doçent kadrosunda da bunu yapabilirsiniz!

    Artık uzmanı olduğunuz besle(n)me konularındaki yazılarınızı bekleyeceğiz.

    İnsanların en çok inandıkları şeyler, en az anladıklarıdır (Montaigne)

    En derin akademik saygılarımla,

    Prof.Dr.Hasan Rüştü KUTLU

    Yanıtla
  4. Ali Fesli
    Ali Fesli says:

    Merhaba,

    Bir yumurta markasinin websitesine girdiğimde Mine Şenocaklı’ ya yönelik sert eleştirileri okuduktan sonra bu siteyi gördüm.

    “Profesör Doktor” lakaplı Hasan Rüştü Zorlu’ nun yorumunu okudum ve hayret ettim. Şöyle demiş, ” Lütfen ülke meselelerine yaklaşımınızda değişime gidin, kendinizi yenileyin, bunun için illaki doçent veya profesör olmak gerekmiyor, yardımcı doçent kadrosunda da bunu yapabilirsiniz!”.

    Bu nasıl bir yaklaşımdır? Ünvanları insanları küçük görmek için kullanma pervasızlığı nereden bakılırsa bakılsın yanlış bir dünya görüşü. O zaman Türkiye’ de yaşayan profesör/doçent olamamış milyonlarca insan değersiz ve gıda sağlığı üzerine yorum yapma yetkisine sahip değil mi? O zaman ünvan sahipleri bizim ne yiyeceğimize nasıl yiyeceğimize karar versin. Biz de onların ne kadar büyük insanlar olduğunu tartışalım günlerce.

    Yavuz Dizdar’ ın savunduklarının gerçekliğini bilmiyorum, ama “Profesör” ünvanını kullanarak yüksek pencereden insanları aşağılayan, hayattaki değerleri ve öncelikleri insanları ezmek ve muhtemelen para kazanmak üzerine kurulu olduğunu tahmin ettiğim insanları gördükçe, Yavuz Dizdar haklı gibi görünüyor.

    Saygılar,

    Profesör olamamış bir adam.

    Yanıtla
  5. kemal yeşilçimen
    kemal yeşilçimen says:

    TÜM SİSTEMİN BAŞTAN AŞAĞI DEĞİŞMESİ GEREKİYOR

    • Kendi yaşamsal sorunlarımızı çözmeye yönelik araştırmalar yapamıyoruz. 5 yıldızlı otel ve tatil köylerinde yapılan bilimsel kongreler, bu iki bacaktan yoksun olan bilim dünyamızın ağır maluliyetine çözüm bulamıyor. Bu yüzden kötü kader yakamızı bırakmıyor. Bu yüzden her çeşit sosyal ve bedensel hastalıklardan telef oluyoruz. Bu yüzden her çeşit kriz bizim kaderimiz olmuş.

    • Bilimsel yayın kalitesi yönünden 1981 – 1999 yılları arasında en çok atıf alan araştırmacı sayısı: İsrail için 44, İngiltere için 350, ABD için 3572 iken ülkemiz için maalesef sadece bir kişi. Bilimsel araştırmaların teknolojiye aktarılması ve teknolojik gelişmenin doğrudan ölçüsü olan milyon kişiye düşen patent sayısı ise ülkemiz için ne yazık ki sıfır. Yeni rakamlar da farklı değil. 27 bin makale basılıyor, patent sayısı 85. Buna Zihn-i sinir projeleri de dahil. İsrail’de 4 bin civarında makale basılıyor, patent sayısı 1.500. Gelişmiş ülkelere göre alınan patent ve proje sayısı ile bilimsel araştırmaların teknolojik üretime dönüşme oranı bile bilim dünyamızın ne kadar kısır olduğunu gösteriyor.

    • Ülkemizin sorunlarını çözen, kötü kaderini değiştiren düşünce, bilgi, araştırma ve projeler üretemiyoruz. Gecekondu üniversiteler diplomalı işsiz yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Gösterişli binalar ve dev kampüsler ise dünyanın en iyi üniversiteleri arasına girmeye yetmiyor. Düşünen ve sorgulayan yetenekli çocuklarımızı bir servet ödeyerek gönderdiğimiz şaşalı okullar, insanımızı bilimsel düşünemeyen bir topluma dönüştürüyor. Bu nasıl eğitim ki, seçmen sayısını veya depremde ölenlerin sayısını doğru saymayı bile öğretemiyor. Göl olacak bölgeye havaalanı yapanlar, bizim üniversitelerimizde yetişiyor. Bilimden nasibini alamayan bir toplumun kaderi bu. Bilim dünyamız, keşfetmek ve üretmek yerine, ithal edilen ayfonlarla, aypedlerle gösteriş yapmayı marifet sanıyor. İthal ürünlerle caka satmak kimi zengin ediyor? Ürettiği ile değil, tükettiği ile övünenler yüzünden Apple trilyon dolara koşuyor. Üniversiteler, sarımsağın Çin’den ithalini bile sorgulamaktan aciz dünya vatandaşı yetiştiriyor.

    • Teknoloji üretemeyen, yaşamsal sorunlarımızı çözemeyen bilimsel anlayışımız ne işe yarıyor? Başkalarının ekmeğine yağ süren araştırmaların bize ne faydası var? Sadece makale yayınlamakla, atıf almakla sorunlarımız çözülmüyor. Nerede kendi sorunlarımızı çözen araştırmalar? Nerede kendimizin ürettiği teknolojiler? Nerede projeler? Nerede patentler? ABD’ de geçtiğimiz yıl 600.000 patent başvurusunun 100.000 ‘i patent alırken, bizler komik bir şekilde parmaklarımızı sayıyoruz.

    • Altyapısı bile olmayan üniversitelerde bilim, akıl, zaman ve para gücünü tüketmek, kopya ve palavra araştırmalarla bilim yapıyor görünmek ne işe yarıyor bilen var mı? ‘Ulusal Araştırma Merkezi’ gibi bir bilim kurumunda kıt kaynakları toplamak, aşıdan depreme kadar ülkenin önemli sorunlarını çözecek araştırmalara yönelmek kimsenin aklına gelmiyor. Bu temel sorunu akıl etmek kimin görevi? Böyle bir ortamda başkalarının nasihat ve projeleriyle çağ atlamaya çalışıyoruz. Doçentlik, profesörlük gibi akademik ünvanların kazanılması bile yabancı dergi editörlerine bağımlı.

    • Bilim ve teknolojik yönden kastre edilmiş ve küresel sisteme harem ağası gibi bağlanmış bir yapıdan üretim çıkmaz. Harem ağası yapmanın tekniği ise basit. ‘Herkes bilim ve araştırma yapacak’ diyen cahillerle kıt kaynakları tüketmek yeterlidir. Akıl oyunu böyle oynanıyor. Herkes güya araştırma yapıyor da hangi sorunumuz çözülüyor ve kaç para kazanıyoruz bilen var mı? Halbuki, kıt kaynaklarımızı, kurulacak ‘Bilim ve Teknoloji Merkezi’nde hayati konularda üretim için kullanmak gerekmez mi?

    • Marmara denizi fay hatlarını incelemek üzere sismik araştırma yapacak 40 milyon dolarlık bir gemi için, dünyanın 18. ekonomik gücü olan ülkemizin yabancılara avuç açması, birbiriyle didişen bilim dünyamızın iflas ettiğinin belgesi değil mi? Soykırım yasası çıkaranlar bizi depremden koruyacak? Geçirdiğimiz depremin derecesini bile başkalarının ağzına bakıp düzeltiyoruz. Yaşamsal sorunlarımız çözüm beklerken, başkalarının güdümündeki araştırmalarla oyalanmamız, sürüngenliğin ve bağımlılığın asıl nedeni. Bilimden nasibini alamayan bir toplumun kaderi bu. Bilim dünyamız keşfetmek ve üretmek yerine, ithal edilen ayfonlarla, aypedlerle gösteriş yaparken, Apple trilyon dolara koşuyor. Gecekondu üniversiteler ise, diplomalı işsizlerin ne işe yaradığını bilemiyor. Kendi çıkarlarımızı gözeten, akla ve bilime uygun projeleri akademik dünyamız ne zaman üretecek?

    • Üniversiteler, düşünce kuruluşları ve strateji merkezleri hangi sorunları çözen ulusal bilgi üretiyor, bunları kim nasıl uyguluyor? Sonuç ne? Bu yeterli mi? Kötü kaderimiz değişiyor mu? Eksik olan nedir? Başkalarının çıkarlarına hizmet eden reklam ve pazarlama yerine, kendi yaşamsal sorunlarımızı çözmeye yönelik bilimsel araştırmalar ve kongreler yapmayı ne zaman akıl edeceğiz? Bilimsel yozlaşma ile teknolojik, ekonomik ve kültürel işgalin yol açtığı yaşamsal sorunlara çözüm arayan ‘Ulusal Bilim Kongreleri’ ne zaman ve kimin tarafından düzenlenecek? Kongreler yabancı beyinlerin pazarı ve gösteri merkezi olmaktan ne zaman kurtulacak?

    • Üniversiteler, bilim ve düşünce kuruluşları, ulusal sorunları çözmeye yarayacak bilginin üretildiği ve akıl eden, planlayan, yöneten derin aklın oluştuğu ulusal bir beyine dönüşmelidir. Yaşamsal sorunlar karşısında dağıtılan ve işlevsiz bırakılan akıl ve bilim gücümüzü, sağlam bir kafatası içinde toplayarak ulusal bir beyin olmalı yani aklımızı başımıza almalıyız. Bu beyin naklini başarmadan kendi geleceğimizi kendimiz tayin edemeyiz.

    • YÖK sistemi, acilen ‘Ulusal Araştırma Merkezi’, ‘Milli Sağlık Akademisi’ ve Bilim – Teknoloji Merkezi’ kurulmasını organize edecek şekle dönüşmeli, tüm eğitim ve öğrenim kurumları bu merkezin hedeflerine uygun olarak düzenlenmeli ve çalışmalıdır. Bu devrimi yapmamız halinde, Türkiye kısa sürede dünya devi olacaktır. Aksi halde milyarlık bütçeleri, bu amaçtan yoksun üniversitelere harcamak, bilim ve teknolojide kastrasyon anlamına gelir. Milli sanayi ile bilim dünyamızı buluşturan bu merkezlerin kurulması, her türlü dış baskıdan korunması ve bağımsız olarak çalışması elbette devlet eliyle olacaktır. Bağımlı ülkelerin bunu başarması zordur. Temel sorun burada yatmaktadır. Baskılara karşı çıkan ülkelerin karşılaştığı güçlükleri ise görüyoruz. Bilim ve Teknoloji savaşlarının acımasız şekilde sürdüğü çağımızda, nadide bilim adamlarımızın can güvenliğini bile sağlamaktan aciz durumdayız. Kapalı sistem Bilim ve Teknoloji Merkezleri olmadan bu güvenliği sağlamak mümkün değil.

    • Yaşamsal sorunlarımızı çözecek bilimsel araştırmaları akıl eden, planlayan ve yöneten beyin naklini başarmak zorundayız. Kötü kaderimizi değiştirecek olan beyin naklini yapmadan bilim ve aydın dünyamızı diriltmek mümkün değil. Tüm sistemin baştan aşağı değişmesi gerekiyor.

    • Yavuz hocamız iyi ki varsınız. Yayına giren https://www.yavuzdizdar.com siteniz ülkemiz ve halkımız için hayırlı uğurlu olsun. Yazılarınızı merakla bekliyoruz. Saygılarımızla.

    http://www.kemalyesilcimen.com

    Yanıtla

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir