Kafka’nın Samsa’ları, ak iktidarın kapkara hamamböcekleri

Yaklaşık iki ay sonra genel seçimler yapılacak. Ne var ki bu seçim öncekilerden gerçekten farklı, zira göründüğü kadarıyla “elma zehirli çıktı”, muhalif olabilecek kim varsa, gazeteciler de dahil olmak üzere bir bir içeri alındı. Ben bu noktadan sonra iktidar partisinin samimi olduğuna ne yazık ki inanmıyorum. AKP’nin bu samimiyetsizliği sadece dışarı karşı değil, aynı zamanda kendine karşı da geçerlidir. Bu yazıda hafızanızı tazeleyeceğim, AKP’nin “kendi bakış açısından” geçmişten günümüze ve bu satırlarda sık dile getirdiğim konular çerçevesinde irdeleyeceğim.

 GDO’lu tohumlar yaklaşık bir on yıldır gündemimizde. Sağlık ve ekonomi çerçevesindeki bütün bilimsel uyarılara rağmen, GDO’lu ürünlerin ithalatının önü açıldı. Oysa genetiğiyle oynanmış tohumlar, Allah’ın yaratmış olduğundan daha iyisinin yapılabileceği savına dayanmakta. Meclis farkında değil ama, bu yasayla birlikte aynen şunu söylemiş oldular: “Biz artık Allah’ı tanımıyoruz, bunlar besbelli ki daha iyi tohum yapmayı başarmışlar”. Her iki söyleminden birini dine dayandıran bir siyasi anlayış için bu durum sadece sermayenin olağanüstü başarısı değil, bilgisizliğin de apaçık tescilidir. Bu noktadan sonra ne sağlık endişesi kalır, ne de helal kavramı; doğrudan lobiler ve sermayenin (yani paranın) üstünlüğü kabul edilmiştir.

Ekşimeyen yoğurt ve sütlerin önünün açılmış olması bu satırlarda sık dikkat çektiğimiz bir diğer konu. Olağanüstü bir nimet olarak sunulan sütün ve bundan elde edilen ürünlerin mantığı gereği pastörizasyon dışında hiçbir işleme tabi tutulmaması gerekirken, endüstri bunları “ekşimezlik/bozulmazlık” aşamasına taşımayı başardı. Böylelikle, mide salgısının uyarılmasından tutun, bağışıklık sisteminin düzenlenmesine dek pek çok işlevi bulunun süt ve ürünleri, doğal yapısını tamamen kaybetti. Durumun kanuna uygun olabilmesi için fermente süt ürünleri tebliği bile değiştirildi. Uygulanan sıcaklık ve basınç işlemi (homojenizasyon ve UHT) bir cins petrolizasyon olması nedeniyle sağlığımızdan da çaldı. Aynı basınç işlemi şimdi ete de uygulanmakta, mumyalanmış etler, sosis vb. ürünler şeklinde soframızdaki yerlerini bulmakta. Konunun son tartışılan boyutu ise nişasta bazlı şeker (NBŞ) oldu. Dünyada bulunmayan bir form olan bu tip şeker üretimi ilk kez 1957’de geliştirildi, sanayi tipi üretimi ise 1970’lerde başarıldı. NBŞ’nin sağlık açısından oluşturduğu riskleri uzun uzun tartıştık. Ancak bakanlıklara vız geldi, tırıs geçti. Sonuçta endüstri tarafından beslenen yapma akademisyenlerin raporları “doğrudur” diye kabul edildi, konu uykuya yatırıldı. Sağlık bir yana, şeker pancarı üretiminin AKP’nin ilk seçim bildirgesinde yer alan ekonomik boyutu da görmezden gelindi.

Benim hayatım hiçbir zaman refah içinde geçmedi. Ancak bu son yıllarda olduğu kadar zorda kaldığımı da hatırlamıyorum. Çalıştığım yere sabahın altısında gelirim ben. Önce e-postalara bakar, sonra bütün gazeteleri okurum. Polikliniğe başlama saatim sekizdir (daha öncesi mümkün değil, sistem açılmıyor, daha geç başlasam bu kez de yetişmez). İki buçuk yıldır izin yapmadım, son yaptığım tatilin üzerinden de üç yıl geçti. Sevgili Sağlık Bakanım “performans” alacaksın dediğinde ne sevinmiştim, ama şimdi görürüm ki, yönetim kurulundan “uzmanlara performans verilmemesi” kararı çıktı. Malum, mesele para paylaşımı, uzmanlar ve asistanlar zaten havayla besleniyor. Bu da ayrı bir hüzündür, sabahtan akşama ne kadar iş yapsan, herkesin elinden tutsan da, “hakkın değildir” dediler. Sorun yine aynı, çalışanla çalışmayanın (bile bile) ayrılmadığı bir insanlık zaafı, Sevgili Sağlık Bakanım darılmasın, adalet bunun neresinde?

Bunlar sizin de bildiğiniz “daha çok kazanma” hırsının zaferleridir. “İnsan satın alınabilirliği ve vicdan karartması” hiç bu kadar derin olmamıştı. “Senden olsun, benden olsun” diyerek sadece devletin değil, üniversitenin kadroları da yıpratıldı, yandaşlık algısıyla kurutuldu. Günümüzde artık bilimsel görüş alınabilecek kimse bulmak çok zor. İnsani zaaf ve vicdan tutulması, hepsinin ötesinde bir gönül yarasıdır. 1968 kuşağından olmakla övünen bir meslektaşım birkaç ay önce “hümanizmi bir kenara bırakmak lazım” diyordu. “Elimden geleni yapmaya çalışacağım” diye açıklama verdiğim bir diğer meslektaşım “önce kendini düşünmen gerekir” yaklaşımını öneriyordu. Bu insanlar zamanında en azından sosyalist olduklarını söyleyen aydınlardır, ama artık altlarında 4 x 4 var, hayat algılarının yeni ölçeği odur.

İşte benim derdim de budur, ekonomik parametrelere değil, tostun içinden kaşar çıkıp çıkmadığına bakarım. Madem ‘4 x 4’lük bir aydın ihanetidir bu, o yüzden sadece halka güvenirim. İnsanların yüzlerindeki gülümsemedir benim için esas olan. Yani ben de çevreme göre, bir kısmımızın olduğu üzere, bir Gregor Samsa’yım, Kafka’nın Samsa’sı. Bir hamamböceğine dönüştüğü kelli artık hiç kimsenin sevmediği bir zavallı, ak iktidarın kapkara hamamböcekleriyiz biz… Ama radyasyona en çok dayanıklı olan da bizleriz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir