Turkuaz Hareket yanlış değildi

İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Ali Müfit Gürtuna’nın başlattığı Turkuaz Hareket, duyurulmasının ardından ciddi bir güçlükle karşılaştı. Gürtuna’nın, “kurmayları” olarak adlandırdığı Mustafa Sarıgül, Cem Kozlu, Ali Talip Özdemir gibi isimler harekete katılmamalarının ötesinde, bu konuda hiçbir görüşmede bulunmadıklarını açıkladılar. Böylelikle girişim daha başında kaygan bir zemine girdi. Gürtuna belediye başkanlığı sırasında aslında İstanbul adına son derece olumlu bir tablo yaratmıştı. Kendisinden görevi devralan ekip aynı çizgiyi yakalamakta zorlansa da başka bir oluşumun yolunu açtı. Gürtuna’nın başkanlık görevinden zamanındaki “feragatini” elbette anlayışla karşılamak gerekti, ancak bulunduğu, üstelik de başarılı olduğu bir makamdan feragat ederken takındığı sessizlik, hesapların geri planda halledileceği, belki başka bir siyasal mevki ile karşılık bulacağı şeklinde iken, bu tahminler de yerini bulmadı. Söz konusu durumu açıklayacak “biat” dışında başka bir seçenek kalmadı ya da varsa da dile getirilemedi.

Derken Gürtüna Turkuaz Hareket’iyle yeniden gündeme geldi. Dünden bugüne ne olduğunu açıklamak elbette zor. Gürtuna seviyesinde deneyime sahip bir politikacının, üstelik kaygan zeminin özelliklerine tamamen aşinayken, birileriyle ciddi olarak konuşmadan böylesi iddialı açıklamalara girmesi mantıkla fazlasıyla çelişmekte. Adı geçen şahısların “hiç görmedim, hiç duymadım, haberim yok” beyanatları ya ortada aracılı, ama son derece dolaylı bir ilişkinin varlığına işaret eder ya da kimsenin bilemediği üçüncü etkenler söz konusudur. Öyle ya da böyle, ben Gürtuna’yı yine de girişiminden ötürü kutluyorum ve kendi kısıtlı bilgi dağarcığıma rağmen siyasetin bir sabır işi olduğunu naçizane vurguluyorum.

Burada asıl tartışmak istediğim ise ülkemizdeki mevcut konjonktürün gerçekten bir farklı bakış açısını gerektirip gerektirmediği. Diğer yandan yüz bin dolar gibi bir maliyetle şekillendirilen bu girişimin (ki rakam olması gerekenin olasılıkla çok altındadır), inancı, birikimi olan, ama meteliğe kurşun atan vatandaşlar tarafından ne kadar gerçekleştirilebileceği. Türkiye’de bugün için hem sağ hem de sol fazlasıyla parçalanmış görünmekte. AKP iktidarının biraz gayret, ama daha çok şans sonucunda doldurduğu yelkeni giderek boşalmakta. Bunda kuşkusuz daha çok rüzgara karşı yol almak istenmesi de rol oynamakta. Merhum Ecevit’in Hükümeti’nin hazırlamış olduğu zemin altlarından kaydı, başta AB konusunda konulan hedefler terk edilme (vazgeçilme desek belki daha doğru) noktasına vardı. Ama daha çok “işi bilene teslim etmek” yaklaşımı hiç benimsenemediğinden varmak zorunda olduğumuz noktanın gerisinde kalıyoruz. Türk siyaseti için aslında “standart” olan bu hataya eklenen çok önemli bir ikincisi ise, “laik rejim” tartışmasına saplanmak, daha doğrusu olası her noktada laik rejimin içini boşaltmaya gayret etmek. Başbakan Erdoğan Çankaya planları yapadururken, bir sonraki seçimde, seçim yasasının bütün avantajlarına karşın benzer bir AKP başarısının söz konusu olamayacağını fark etmiş olmalı.

Bu ortam içerisinde ne yazık ki solda da bir birleşme ışığı görünmemekte. Ecevit’in ölümü ve ortaya çıkan duygusal tablo, DSP ve CHP birleşmesinin başarısını olasılıkla katlar. Ne var ki önceki yaşananlardan elde edilen deneyim, ne Rahşan Hanım’ın ne de Deniz Baykal’ın böyle bir gerekliliğin hakkını veremeyeceğinin altını çiziyor. Biz istediğimiz kadar “şaşırtılacağımız beklentisinde” olalım, Deniz Baykal’ın “uzlaşmaz tutumuyla” CHP’nin önünü tıkadığının farkında olup olmadığını bile bilemiyoruz. Son bir yıl süresince konuştuğumuz herkes (sokaktaki vatandaş diyebilirsiniz) Baykal uzlaşmaz konumunu korudukça CHP cephesinde bir şey değişeceğine inanmadığını ve oylarını vermeyeceklerini açıkça vurguladılar. İşin kötü yanı benzer özellikler sağ cenah için de fazlasıyla geçerli, yani istikrar sorunu kapımızda.

İşte bu noktadan bakıldığında aslında Turkuaz Hareket gibi yeni bir oluşumun başlatılması hatalı değil. Böyle yeni bir oluşum, dengelerin birden değişmesine ve daha istikrarlı bir zeminin oluşmasına katkıda bulunabilir. Türkiye’ye en fazla gereken şeyin “istikrar” olduğunu kimse reddedemez. İstikrardaki küçük bir dalgalanma PKK sorununun katlanması, soykırım söylencelerinin gerçeklik payı bulması, ama daha önemlisi toplumun anlatmak istediklerine kulak tıkayan yönetimlerin “letarji” (kayıtsızlık) tavırlarını sürdürmesi anlamına gelmekte.

Gelelim yüz bin dolar maliyetle bir parti kurulup kurulamayacağına. Üretken bir siyasi zenginliğin korkulacak yanı yoktur. Amaç değişen koşullar karşısında yeni çözümler üretmek, bunları toplumun yararlanımına sunmak olduğu sürece, aslında parti yapısına da gerek bulunmamakta. Benim naçizane inancım partilerin değil, düşüncelerin eksik olduğunu söylüyor. Yüz bin dolar maliyetle olasılıkla bir parti örgütlenemez, ama yüz liralık bir maliyetle bile yeni bir soluk yaratılabilir.

Birbirimize güvendiğimiz sürece.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir