Uçları seven bakteriler: Kokorece güzelleme

Bugün bilindiği kadarıyla kendi olanakları dahilinde çoğalabilen hücrelerin üç farklı türü bulunmaktadır, bunlar prokaryotlar adı verilen bakteriler, memeliler de dahil canlıların hücrelerini oluşturan ökaryotlar ve arada kalan ve ayrı bir grup olarak kabul edilen arkea adlı sınıftır. Arkea bakterilerle ortak bir takım yapısal özellikler gösterir (küre, spiral, basil ya da düzensiz dış görünüş sergileyebilir, tek bir halkasal kromozom içerir, DNA’da intron adı verilen “kodlamayan” bölgeleri bulunmaz ve yazılım (transkripsiyon) sonrası benzer düzenlemelere tabidir). Buna karşılık ökaryotlara benzeyen özellikleri de vardır (DNA eşlenmesi, RNA’ya bilgi aktarılması ve bunun proteine dönüştürülmesi, kromozomların histonlarla sarılarak paket oluşturmaları). Ne var ki arkeayı ayrı bir sınıf haline getiren özellikleri hücre duvarı yapısında peptidoglikan “bulunmamasıdır”, diğer iki sınıfta L-gliserol eterleri/ yağ asidi zincirleri yer almasına karşılık, bunlar D-gliserol eterleri / izoprenoid zincirleri içerirler. Bazı arkea CO2’yi H2’yle indirgeyerek metan oluştururlar, bazıları da sülfatı indirgeme özelliğine sahiptir. Bu işlem kolon içerisindeki basıncın azaltılmasını da sağlar.

 

Vücudun bakteri örtüsü sağlıklı olmak için çok önemlidir

Arkea biyolojik işlevler açısından ekstremofil özelliği gösterir, buna karşılık tahmin edileni aksine akarsu çevresinde, toprakta, yani aslında ekstrem özellikle bulunmayan ortamlarda da yaşarlar. Arkea hayvan ve insan ağız boşluğu ya da kalın bağırsaklarında da bulunur. İnsanlarda yapılan 16S ribozomal analizler farklı coğrafi bölgelerde, farklı ırklarda ve yaşla değişen bir arkea popülasyonunun yaşadığını göstermiştir. Yeni doğanlarda ve erken yaşlarda hemen hemen hiç arkea saptanmazken, yaşla beraber koloni sayısı artış gösterir. Dahası koloniler bağırsaklarda bulunan diğer bakterilerle karşılıklı ilişki içerisindedir. Bu durum kalın bağırsak florasının dengesi açısından kendine özel bir durum oluşturur.

Aynen diğer kalın bağırsak florasında olduğu üzere, arkeanın yaşadığı canlının morfolojisine olan etkileri kesin olarak bilinmemektedir. İnsanlarda yapılan araştırmalar, arkea nedeniyle oluşan metabolitlerin kalp hastalıkları, kanser de dahil olmak üzere bazı hastalıklarla “ilişkili” olabileceğini düşündürtmektedir. Bu araştırmaların bir kısmı iyi planlanmış ve uzun süreli takip çalışmalarıdır.

Çıkarımlar: Ekosistem, canlı boyutu, flora aktarımı

Son üç yazıda dile getirip yazdıklarımız çoğu okur için fazlasıyla teknik olsa da, tartışmaya açık çıkarımları açısından önemlidir. Bunları en azından maddeler halinde sıralayarak konuyu tamamlayalım:

  1. Gerek kalın bağırsaklar, gerekse vücudun ağız boşluğu, soluk borusu gibi diğer bölümleri mikroorganizmaların kontrolü altındadır. Bu ilişki karşılıklı bir yarardan çok, mikroorganizmaların bize katkısına ve hatta vücudu değiştirici özelliğine işaret eder. Ekstremofiller zaten vücut dışında çoğaltılamadıklarından bize olan metabolik katkıları bilinmemektedir.
  1. Ancak bilimsel anlamda irdelenmesi gereken başka konular da söz konusudur. Besicilikte kullanılan “büyümeyi hızlandıran antibiyotiklerin” bir kısmı, arkeanın duvar yapısında peptidoglikan bulunmadığından, bağırsak florasında olası bir arkeal seçilmeye de neden olacaktır. Bu sistem mikroorganizmaların vücudu düzenlemelerinin de en güzel örneğidir. Vücudunda hiç mikroorganizma bulunmayan “germ-free” hayvanlar büyümeyi hızlandırıcı antibiyotiklerden “etkilenmemektedir”.
  1. Bunun dolaylı bir diğer sonucu ise jurasik dönemde yaşayan canlıların boyutlarıdır. Fosillerin açıkça gösterdiği gibi, bu canlılar bugünkü dünya koşullarında yaşayanlara göre “dev” olarak nitelendirilebilecek boyutlardadır. Eğer mikroorganizmalar vücudu şekillendirici ve işlevini değiştirici bir etkiye sahipse (ki öyle görünmektedir), boyuttaki bu büyüklük, atmosfer koşullarının doğal sonucu olarak kabul edilebilir, atmosfer boyutun büyümesi için başlı başına etki gösterebilir.
  1. İnsan vücudundaki arkea ya da ekstremofillerin ana kaynağı çevre ve yiyeceklerdir. Bu durum da sülfürlü sıcak kaplıcaların, içmelerin (bu suların içerek vücuda alınmaları), bağırsakların pişirilerek yenmesinin (kokoreç ve işkembe, aşırı sıcaklıkta yaşayan mikroorganizmalar bundan etkilenmeyebileceğinden transferleri söz konusu olur), hatta eski kaşar ve mayalanmış içeceklerin besin maddesi alınmasından öte, doğrudan flora aktarımı sağladığı anlamına gelir.
  1. Benzer durum elbette yoğurt ve kefir için de söz konusudur. Gerçek çiğ sütün bir taşım kaynatılmasıyla tutturulan yoğurt, bunun inek, koyun, keçi ya da manda kaynaklı olmasının dışında, “termofil” (sıcaklığı seven) ve asidofil (asitli ortamı seven) bakterilerin eseridir ve beklese de basınç oluşturmaz. Kefir ise hangi dağdan geldiyse, bunun ekosistem özelliğini verir, ama bekletirseniz sistem kendi basıncını geliştirir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir