Prof. Dr Işın Demirkent’i kaybettik. Çoğu kez olduğu gibi ansızın, apansızın yaşamımızdan ayrıldı. Biz bu durumdan layıkıyla şaşkın, beri yanda ne kadar günlük yaşamımızın sürdürülmesi için çabalasak da, bir süre durup öylece düşündük. Varlığın değeri ancak yoklukta anlaşılabilir ya: “Kimdi Işın Demirkent ve neden bizi bu kadar etkilemişti?”. Bu yazı Bizans tarihi konusunda dünyanın sayılı bilim insanlarından Prof. Dr. Demirkent’in öyküsü değildir, bu yazı Işın Hanım’ın bizim yaşamımıza belki de hiç bilmeden sadece varlığıyla sunduğu zenginliğin öyküsüdür.
Benim Işın Hanım’ı tanımamın geçmişi olsa olsa on yıl öncesine gider. Rahmetli Nezih Ağabey’in odasındaydı sanırım ilk karşılaşmamız. Zaten ilk karşılaşmamızda anlamıştım Nezih Ağabey’in neden öylesi bir tutkuyla bağlı olduğuna eşine. Işın Hanım kendinden sahip olduğu asaletini ve dirayetini (bu kelimenin dışında bir tanımlama bulamıyorum, bağışlayın) üzerinde büyük bir zarafetle taşırdı. Bu aslında öyle kolay tanımlanabilir bir şey değildir, hani birlikte Kaf Dağı’nın arkasına yürüyebileceğiniz biri var mıdır diye sorar mısınız kendinize ara bir bilmiyorum, ya da bir uzun yaşamı gözü kapalı geçirebileceğinize kuşkusuz inandığınız bir yakın arkadaşınız, Işın Hanım’ın hafızamda oluşturduğu ilk izlenim de eşi için “o kişi” olduğuydu. Bugün artık nesli tükenmekte olan bir hanımefendi soyu, yani hem hanım hem de efendi. Aile bağları ve insan değerleri konusunda giderek fakirleşmekte ve sığlaşmakta olan dünyamızda, tek bir kişinin nasıl böyle iyi bir örnek olabileceğini de çoğu kez büyük bir hayranlıkla izlerdim onu gördüğümde.
İşte belki de bundandır, varlık ve olanakları tevazu ile birleştirmiş olmasına da şaşmamıştım. Sevgiyi gözlerinde görebiliyordum, anlattıklarından duyduğu “paylaşmak keyfini” sesinde hissedebiliyordum. Ama belki de en şaşırtıcısı, yaşamın olması gerektiği gibi sürdürülebilmesi adına, en derin üzüntüleri bile bir şekilde arkasına yeni bir güç olarak alabilmesiydi. Nezih Ağabey’i ansızın kaybettiğimizde Almanya’daydı ki, havaalanında karşılamamız dün gibi aklımdadır, dimdik duruşundaki kararlılık desteğini kısmen merhum eşinden alıyorsa da, kısmen de nasıl kazandırıldığını hiç anlayamayacağım “üstesinden gelme” becerisinden kaynaklanıyordu. Nezih Ağabeyin adını her tekrarlayışında o derin sevgi ve özlemi sesinin tınısında hissediyorduk ki, bizim kuşağımız için en büyük gıpta konusudur.
Oysa Işın Hanım’ın kişisel yaşamı hiç de kolay değildi. Uzun süreden beri yaşamının bir parçası olan diyabet, tadılabilecek pek çok lezzeti sınırlamakla kalmadı, sınırlar ve kaçamaklar arasında gidip gelmelerden oluşan çaresiz bir denge disiplini yarattı. Hayatın kendisine karşı dimdik ayakta duran Işın Hanım, hastalığı yaşamın bir parçası haline getirmekte de kuşkusuz zorlanmadı, üstelik sadece hastalığı değil, hastalığın getirdiği kısıtlılıkları da. Ne kadar mükemmel bir hasta olsa da, mesleğinin ve işinin en önemli parçası olan “okumak” bile etkilendi bir süre sonra Ama Işın Hanım etkilenmedi, sadece hızı kısa bir süreliğine kesildi, sonra yeni duruma adapte oldu, kitap yazmaya devam edip bir yenisini bitirmesi birkaç ayını aldı sadece. Çünkü Işın Hanım hayattan keyif almayı biliyor, bunu düpedüz hayatın temel unsuru olarak sayıyordu, çoğumuzun anlayışının tersine.
Bu nedenledir ki, okumayanları, hayatı anlamaya çalışmayanları hiç benimseyemedi. “Okumuyorlar” derdi, “okumayan insan ne olabilir?”. Saptama ne yazık ki sonuna kadar doğruydu. Yirmili yaşlarının bütün enerjisine rağmen okumamak, anlamaya çalışmamak, bir yaşam görüşü geliştirmemek; bilakis sığ düşüncelerini, sığ mekanlarda, sığ sohbetlerde, sığ konularda daha da sığlaştırmaya çalışmak ne kadar anlaşılabilirdi ki? Yaşam görüşümüz de, derin üzüntümüz de en çok bu noktada buluşuyordu. Altmış küsur yaşındaki birinin, onca sıkıntıya rağmen üretmeye çalıştıklarının altmışta birini başkalarında görememek inanın en ciddi düş kırıklıklarımdan biri oldu yaşamımda.
İnsan her zaman ona anlatılanları öğrenmez, her zaman karşısına hazır bilgiler sunan birileri çıkmaz. Hatta hayatta öğrendiklerimizin büyük bir bölümü bize doğrudan bir şey anlatmayan, ama anlatacak çok şeyi olanlardan kendi kabımız kadar doldurabildiklerimizdir. Işın Hanım bu açıdan bakıldığında benim “hoca” payesine oturtabildiğim birkaç kişiden biri oldu. Bugünlerde giderek kolay telaffuz edilen “hocalık” titrinin içerisinde akademik unvan sadece çok küçük bir yer tutar aslında. Hoca, bildiklerinden ziyade bildiklerini uygulayışı ve kişilik özellikleriyle, verilmeyen, sadece kendiliğinden oluşan bir yaşam mertebesidir. O kişilerin elleri içtenlikle öpülür. Işın Hanım da, tamamen ayrı uğraşı alanlarımıza rağmen kendiliğinden benim “hocam” oluvermişse, yukarıda anlatmaya çalıştıklarımın doğal ve mutlak sonucudur, ama her halükarda büyük bir şanstır. Dolayısıyla benim üzerimde çok büyük bir hakkı vardır ve belki de ona söyleyemediğim son söz de bu olmalıdır, “Hakkını helal et sevgili hocam!”.