Soğuk mu soğuk kış akşamlarının bir başkasıydı dışarıda olup biten. Kar yağıyordu, ama Beyoğlu’nun değil ışıkları, yağan kar da havayı yumuşatmaya yetmemişti. Ben böyle akşamların kendi içinde ayrı bir büyüye sahip olduğuna inanırım çoğu kez. Oysa “bir ekmek parası” için yoluma çıkan yaşlı kadın, sokakta mendil satmaya çalışan küçük çocuk ve üzeri kapanmak üzere olan çöpleri bir şey buluruz umuduyla karıştıran kedilerin böyle akşamların büyüsüne katkıları olmadığı gibi, ortalıkta Sevgililer Günü telaşıyla koşturan insanlarla da bir ilişkileri yoktur genellikle. O zaman soğuk ve kar, hayatta “anlamlar içinde anlamlar” olduğunu açık bir deklarasyonuna dönüşür birdenbire. Zaten gökten yağan kar değil, soğuktan donmuş sudur, bazılarının önceliği karın doyurmaktır ve sevgisizliğin giderek hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruzdur aslında. “Kar” diye başlayan yazının kurgusu, sevgisizliğin hakimiyetine takılır kalır çaresiz. Bu bir cins Polyannacılığın oyunbozanlığı değildir, ama olan biteni bir şekilde didiklemeye başladığımız zaman ister istemez karşımıza çıkıverir.
Oysa anlamlar içinde anlamlar vardır. Yaşam bir şifrelenmiş rüyadır aslında, biz onun birinci dereceden şifresini, karın soğuk, havanın ayaz ve sevginin istenen bir şey olduğunu bilerek çözeriz. “Düşünüyoruz, o halde varız deriz”, bu da birinci dereceden bir düşüncedir, düşünmenin, “düşündüğünü düşünmekle” tamamlanmış birinci dereceden ifadesidir hepi topu. Oysa biraz daha ileriyi görmeye çalıştığınızda bizden para isteyen yaşlı kadın bizim annemize dönüşür, bu akşam karnını doyurmadığımızda aç kalacak olan da bizim annemizdir. Mendil satmak uğruna soğuğa direnen çocuk bizim çocuğumuzdur, akşam eve eli boş döndüğünde, ya da cebine koyduğu birkaç kuruşu çocukluğuna yenilip çikolataya verdiğinde evde işiteceği azar da aslında bizim çocuğumuzun işiteceği azardır. O açlık ve o azar eninde sonunda dönüp dolaşıp bizi bulacaktır. İyiliğin iyilik doğurması, kötülüğün kötülük doğurması bir özdeyiş değildir. Aç kalacak olan kadının aç kalacak çocuğu günün birinde bakıma muhtaç olan annemizin açlığından da, yıllar önce bizim etkilenmiş olduğunuz kadar etkilenecektir. Azar işiten çocuğun kırılan gururu bizim çocuğumuzu bulup doğrudan ya da dolaylı, soracaktır er geç geçmişinin düş kırıklığını. Düşünmenin ikinci dereceden ifadesidir. Olup biteceğin yine bize dönmesinin nedeni hepimizin aynı dünyada yaşıyor olmamızdır.
Dünya dengeler dünyasıdır, açlık ve tokluk, iyilik ve kötülük aynı dünyanın birbirinden farklı, ama birbirini tamamlayan yüz yarılarıdır. Birinci dereceden anlamda başkalarına biçilmiş açlık ve üzüntü, ikinci dereceden anlamlarında bize biçilmiş olanlardır. Eksik ve kötü olan, dahası eksikliğine ve kötülüğüne aldırmadan olmaya bırakılanlar, her zaman bu yaşam içinde, ama bu yaşamda herkesin görebileceği bir sürecin dibinde diğerlerine sunulurlar. Lakin üçüncü dereceden anlamların sonuçları daha geniş kapsamlıdır ve daha geniş kitleleri etkilemekle kalmaz, daha derin sonuçları da beraberinde getirir. Dünya, aslında aynı zamanda bir ruhlar birliğidir. Bizim iyilik ve kötülük, olumlu ve olumsuzlukla tanımladığımız duyular, herhangi bir yönde kutuplaştıklarında toplum hafızasında asla silinemeyecek sonuçlara neden olurlar. Kötülükte kutuplaşmak tarihte ihtilal ve savaşlarla anılır. Ne var ki duyarsızlık, olumsuzluk ve kötülüğe doğru kutuplaşma hep daha kolaydır. İyi ve ahlaklı kalmak için güç sarf edilir, oysa kötülük sadece sahip olunan potansiyel enerjinin boşalmasıdır. Sevmemek, beğenmemek, öğrenmemek, bilmemek, kabul etmemek hep daha kolay olandır. Belki de bundandır, bugüne dek “iyilik” asla bir toplum hareketine dönüşmemiştir.
“Düşünüyorum o halde varım” söylemidir ya aslında var olduğumuzun açıklaması, var olmanın ağırlığı da düşünmenin bedelidir. Oysa pek de düşünülmediğini görürsünüz. Düşünce oluşturmanın koşulu öğrenmek, öğrenmiş olduklarını baştan ve baştan yargılamaktır ya, artık kendimizi yargılamaktan hoşlanmadığımız için mi, yoksa önümüze sunulmuş olanları “komprime” kolaycılığında yutmakta olduğumuzdan mı nedir, öğrenmek alışkanlığımızın da pek olmadığını fark ederiz. Aklımızı çalıştırmak için fazlaca çaba sarf etmezsek, bizden para isteyen kadının akşam ne yiyeceği hiç aklımıza gelmez, günün birinde “al ananı çek git” oluverir. Önüne defter açıp sokağa uzanmış çocuğa da aldırmayız, aklımız “acındırmaya çalışıyor” düşüncesinin kolaycılığına kaçar. “Bu acındırmanın karşılığında üzerine yağan karın soğuğunda, kazansa kazansa kaç para kazanabilir ki, evde onu bekleyenleri susturabilmek için bu eziyeti çekiyor” yorumu bizi yorar, olası bile olmaz.
Ve aynı soğuk kış gecesinden konuyla ilgili bir özet. Ben bunları yazarken elektrikler de kesildi, karanlık ve soğukla baş başa kaldım. Gecenin bu saatinde, kim bilir hangi kuytudaki trafo taşıyamadığı için evlerimizde sıcağa dönüşen enerjinin yükünü, bir bütün mahalle sessizce oturup elektriklerin gelmesini bekledik. Sonra soğukta ve karanlıkta, birileri o trafoyu hepimizin adına onardılar. Biz evimiz en sıcak olsun diye bütün ısıtıcıları sonuna kadar açmış beklerken, elektriğin defalarca gelip gitmesini bile anlamlandıramadık. Oysa ısıtıcılar sadece yarı ayarında tutulmuş olsaydı, belki çok iyi ısınmayacaktık ama, yine de mahalle olarak sıcak ve aydınlıkta kalacaktık. Bilmem anlatabiliyor muyum meramımı?