Ne derin devlet söylemleri, ne borsa dalgalanması, geçen hafta kafamı en fazla meşgul eden şey naçizane bir sahte yirmi liralık oldu. Bir çarşamba sabahı vapur jetonu almak için uzatmıştım da, gişe görevlisi “bu yirmilik sahte” diye geri çevirmişti. Alıp uzun uzun bakmak gereksinimi bile duymadım, doğru para sahteydi. Bir önceki gün sokaktaki bir bankamatikten çektiğim paralarla gelmiş olduğunu da çok iyi biliyordum. İnsan cüzdanında hiç para kalmayana kadar direndiği zaman, hangi parayı nereden çektiğini çok iyi hatırlıyor, üstelik bir bankanın önündeki para makinesi de değildi, sokak ortasındaki bir paramatik. Önce çok fazla dert etmedim, aldığım bankaya götürüp iade etmek seçeneği nasıl olsa vardı, ancak “bizi ilgilendirmez, üstelik sokaktaki bir bankamatikten çekmişsiniz” deyiverdiler de, çok da beklemediğim bir cevap değildi, üstelemedim. Bana “haklı tüketici hattı” falan gibi birtakım numaralar verdiler, cebime sokuşturdum, ama alacağım cevabın farklı olmayacağına bir o kadar inandığımdan aramaya bile gereksinim görmedim.
Aslında en ideali onu aldığım bankaya bir şekilde geri okutmaktı, madem onlar bana iradem dışında bu parayı vermişlerdi, benim de en iyi çözümüm bu olacaktı. Ne var ki bankayla hiç işim olmadığı gibi, “hesabıma yirmi lira yatırmak istiyorum” gibi bir seçenek de mantıklı bir girişim olmayacaktı. Sonra “madem bu parayı kimseye satamıyorum, bari bir dilenciye, tinerciye vereyim diye” düşündüm. Ama bu düşünce benim sadece utanmama neden oldu. Dilenciye kimse yirmi lira vermeyeceğine göre, hele tinerciye, alsa bile bunu kullanmak için birine verdiğinde ortaya çıkabilecek hazin tablolar gözümde canlandı. Dilenci ya da tinerci olmanın yanı sıra, bir de sahte para vermeye çalışmaktan çıkabilecek husumet, dayak ve daha fazla itilmişlik, sahte yirmiliğin edebileceğinin çok fazlası ezilmeyle sonlanabilecekti. Dedim ya iyice utandım sahte parayla yapılacak “hayır girişimimden” ve olası çok kötü sonuçlarından.
Neyse ki sadece yirmi liraydı, sahte olduğu artık benim tarafımdan da bilinen bir yirmi lira. Zaten esas sorun da o paranın sahte olduğunun benim bilinç düzeyime ulaşmış olmasıydı sanırım. Biri bu sahte parayı basmış, üstelik bankaya vermiş ve banka da bana aktarmıştı. Paranın sahte olduğunu bilene kadar benim bu meseleyle aslında pek bir ilgim yoktu, belki elime zaman zaman gelip hiç farkında olmadan birilerine vereceğim sahte paralardan biri olacaktı, ama öyle olmadı. Ben paranın sahte olduğunu bildiğim an, soruna dahil oldum, hatta meselenin bir parçası haline geldim. Bundan böyle ben o parayı sahte olduğunu bile bile birine veremeye çalışacak olursam ben de aynı sahtekarlığın bir parçası haline dönüşecektim. Garip bir çelişki değil mi?
Hayır bence değil. Biz etrafımızda olup bitenin, ya da kısacası “yaşam” denen şeyin birer parçasıyız. Yaşam her zaman iyi şeylerden oluşmuyor, hatta biraz kötümser bakarsak, daha çok kötü ve sıkıntılı şeylerden oluşuyor; aralara serpiştirilmiş olan güzel yanları kimi zaman bizi fazladan mutlu edebiliyorsa da, daha ziyade sıkıntılı olanları çekilebilir düzeye indirgiyor; biz de varlığımızı sürdürebilmek için gerekli olan gerekçeyi alıyoruz. Bizim kötü ve sıkıntılı olan her şeyi bilme gibi kaygımız genelde yok, zaten bireysel algı ve duyarlılık düzeyimizle de ilişkili olan bu “bilme” süreci bir yerde bizim kişisel savunma mekanizmamızın da en önemli dişlisi olup çıkıveriyor. “Görmedim, duymadım, nereden bilebilirdim, haberim yoktu” ve benzeri gerekçeler, aslında bir bütün olan yaşama karşı bizi sadece mazeretli kılmıyor, kötü ve sıkıntılı olanın içinden aynı zamanda çekip çıkarıveriyor. Ama ne zaman ki olan biten bilgi ve bilinç düzeyimize ulaşıyor, inanıyorum ki bu durumda biz de olan bitenin bir parçası oluveriyoruz.
İşte o noktadan sonra kendimizi soyutlama mazeretimiz, lüksümüz de bulunmuyor. İtip kakılan bir zavallı, işi sürekli yokuşa sürülen bir hasta, taş atıp kovalanan bir köpek, göz göre göre istenen bir rüşvet, yolda düşen bir yaşlı, kötülük ya da sıkıntı anlamında ne olursa olsun bizim bilgi ve bilinç düzeyimize ulaşan ne varsa bizi de olup bitenin bir parçası haline getiriyor. Bu durumda başımızı çevirip geçmek gibi bir olasılığımızı bırakın, müdahale edip etmemek gibi bir tereddüdümüz bile olamaz aslında. Bizim bugün başkası adına olan duyarsızlığımız, yarın başkasının da bizim adımıza duyarsızlığıyla karşılanır. Daha önce de sanırım birkaç kez dile getirdim, bana göre iyilik halinin korunması, tıpkı bir taşın düşmesinin engellenmesi gibi enerji gerektirir. Üstelik erdem dediğimiz şey ne kadar yüksekse, onu o kadar yüksekte tutmak için daha fazla çabayı hak eder; salıverdiğiniz zaman “genele göre hala mükemmel” olsanız bile yozlaşma başlamış demektir.
Bir sahte yirmi liralık için benim naçizane yapabildiğim de yirmi liralık bir erdem olabildi sadece. Ne bankaya geri satmaya uğraştım, ne başkasına okutmaya. Onu sistemden çekip çıkardım, üzerine “benim sahte uğur param” diye yazdım. Geriye sadece düşündüklerim kaldı, sahte yirmi liralık gerçek düşünce.