Bugüne dek size bilinmeyenin sınırları ile ilgili en az beş yazı yazdım. Bunlardan bir giriş olma özelliği taşıyan ilkini saymazsanız kayıp kıtalar, tarih öncesi medeniyetler, insanın oluşumu ve evrimin gerçek olup olmadığı gibi pek çok konuyu inceledik. Size aktardıklarım sadece mitolojinin ve tarihin değil, bilimsel verilerin de pek çok kaynaktan incelenmesini kapsıyor, dolayısıyla yazılarda yoğunlaştırmaya çalıştıklarım aslında bir değil bir çok kitabın ve görüşün analizidir. Hatta bu analiz öyle bir noktaya vardı ki, özellikle insan ve evrim konularını doğrudan bilimsel makalelerden inceler hale geldim. Benim kişisel açlık ve açıklama duygumu doyurmaya yönelik bu çabalarım, diğer yanda sizden bana ulaşan yorumlarla kuşkusuz anlatma isteğine dönüşüyor. Bu nedenle açıkça söyleyeyim ki, müteşekkirim.
Bu hafta size güneş sistemimizin nasıl oluştuğuna dair bilgilerin analizini aktarmaya çalışacağım. Güneş sistemi ve onun bir parçası olan dünya, üzerinde bizler yaşadığı için özel bir önem taşıyor. Şu an için canlılığın (resmi anlamda) bilinen tek örneğini, ama beri yanda da mitolojilerde anlatılan olayların orta noktasını dünya oluşturuyor. Bilimsel veriler dünyanın yaşının yaklaşık 6 milyar yıl olduğu tahmin ediyor, buna karşılık evrenin yaşının ise 13-20 milyar yıl olduğu hesaplanıyor. İleri sürülen kuram, zamanın henüz olmadığı bir anda büyük bir patlama (big bang) meydana geldiği ve bütün evrenin bir noktadan hareketle oluşup genişlemeye başladığı ki, bu nedenle hala genişlemekte olduğu varsayıldığında fiziksel anlamda 35 milyar ışık yılı çapı olan bir evrenden söz edilmekte. Evrenin başlangıcında oluşan maddeler helyum başta olmak üzere daha çok hafif elementleri içermekte, bu kural güneş için de geçerli. Gezegenin çekirdekteki yakıtını tüketmesiyle (füzyonun sonu) karbon ve oksijen gibi daha ağır elementler ve ardından bunların da tepkime sonucu birleşmesiyle ağır metaller meydana gelmekte.
Bizim sistemimizi oluşturan gezegenlerin güneşten merkez kaç kuvvetiyle koparak, ancak çekim gücünden de kaçamayarak oluştukları şeklindeki görüş artık kabul görmemekte. Bu görüş gezegenlerin aşağı yukarı aynı disk (eliptik) üzerinde dönüyor olmalarına karşılık, sistemin kütle olarak yüzde 99.9’unu oluşturan güneşin toplam dönme impulsunun sadece yüzde 2’sini meydana getirmesi nedeniyle dışlanmakta (gezegenler daha hızlı dönmekteler). Benzer bir başka özellik olarak, evrende uyduları olduğu bilinen gezegenler şimdilik sadece güneş sistemine mahsus. Teorik olarak uydunun gezegenin onda birinden büyük olmaması gerekmektedir ki bunun tek istisnası ay. Dünya ve ayın güneşten kopma sonucunda soğuyarak aynı maddeden oluştukları şeklindeki görüş de ayın doğrudan incelenmesi sonucunda terk edildi. Şöyle ki ay ve dünya aynı hamurdan değiller, durum böyle olunca ay kadar büyük bir gezegenin dünyanın çekim alanına nasıl kapılıp kaldığını açıklamak kolay olmamakta.
Her biri gerçek olan bu açıklanamaz durumlar için henüz fiziksel kesin bir senaryo üretilememiş. Ama sorunun bizim için daha cazip ve anlaşılması güç kısmı (kutsal kitapları saymazsak) güneş sisteminin yapısının tarih öncesi medeniyetler, özellikle Sümerler tarafından biliniyor olması. Sümerlere aşağı yukarı çağdaş Mısır, Babil gibi uygarlıklar da (olasılıkla Sümerlerden aldıkları) güneş sistemi ve evrenin astronomik yapısı konusunda çok detaylı bilgi sahibiler; modern bilim bu düzeyine ancak 19. yüzyılın başlarında ulaşabildi. Plüton gibi uç gezegenlerin varlığının belirlenmesi ise çok daha yakın bir geçmişe gitmekte ve hassas yöntemlerle diğer gezegenlerin olası dönüş yörüngelerindeki düzensizliklere dayanarak saptanmakta. Ne var ki modern bilimin dokuz gezegen olduğunu söylemesine karşılık, Sümer metinleri on iki gezegenden bahsetmekte. Bu gezegenlerden ikisinin güneş ve ay olduğunu dışlarsanız, hala bir gezegen eksik kalır ki, Sümerliler bu gezegene Marduk/Niburu (geçiş) gezegeni adını vermekteler. Bir Sümer dili uzmanı olan Zecharia Sitchin Sümer mitolojisini bu bakış açısıyla yorumladığında, Marduk adlı gezegenin 3600 yıllık devirlerle güneş etrafında dönmekte olduğunu, bu sırada diğer gezegenlerin uydularıyla olan çarpışması sonucunda, Mars dışındaki “asteroid kuşağı” denen eksik bir gezegene atfedilen meteor kuşağını oluşturduğunu ve diğer yanda ayı da dünyanın çevresine sürüklediği sonucuna gitmekte. Bu hikaye Marduk senaryosunun temelini oluşturmakta. İddiaların en hafifine göre Marduk hayli büyük bir gezegen olduğundan, en azından kütle etkisiyle dünyada manyetik eksen sapmaları, buzul çağları, tufan gibi önemli değişikliklere neden olmakta. Bu sırada dünyaya düşen büyük meteorların Büyük Okyanus’taki çukur bölgeyi meydana getirdiği ve dünyadaki karaların sadece bir yarıkürede yığılmalarına yol açtığı iddia edilmekte. Sümer metinleri ve onlara hayli yakın olan Maya kozmolojisi gezegenin Aralık 2012’de yaklaşacağını öngörmekte. Güneş sisteminde onuncu gezegen varlığı (yörüngesi ve sonuçları bilinmiyor olmasına karşılık) NASA tarafından da doğrulandı. Gezegen X adı verilen bu gök cisminin ne olduğu, canlı yaşam içerip içermediği henüz bilinmemekte. Ama benim dikkatimi verdiğim en ciddi “kişisel komplo teorim”, geçtiğimiz yıl temmuz ayında ABD’nin bir göktaşını vurmak için dünyadan düzenlediği operasyon oldu (Vurdular da. Bilmem siz bu çabaya bir anlam verebildiniz mi? Ben NASA’da görevli bir Türk bilim adamı dostumuza aynı soruyu sordum, haberi bile yoktu). Ne var ki kadim Sümer metinlerinin böyle bir gezegeni “onlara anlatılmadan” nasıl bilebildiği de anlaşılamadığından, varılan nokta belli varsayımlar dışında asla içinden çıkılamaz bir hal almakta.
İşin daha ilginci Kuran bir on birinci gezegeni de bildirmekte. “Kutsal kitaplar Tanrı kelamı sayıldıklarından bundan neden heyecan duyduğumu” elbette sorabilirsiniz. Heyecan duyuyorum, çünkü sadece iki gece önce kendim okurken “Kaynağı”ndan (Yusuf Suresi, 4. ayet) bilgi düzeyime ulaştı. Benim kişisel bakış açım kutsal kitapların doğrulanması değildir ve asla olmadı. Ama “anlamak niyetiyle pek okumadığımı(zı? Herkes kendini değerlendirsin)” da idrak eder gibi oluyorum. Bir sonraki yazımı bu düşünce üzerine kuracağım.