Geçen haftaki “tohumuna sahip çık!” çağrım üzerine Tarım Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Sayın Vedat Mirmahmutoğulları arayarak, uygulamanın aslında son derece önemli değişiklikler getirdiğini, Ekonomist dergisinde konuyla ilgili bir dosya bulunduğunu, kendisinin görüşlerinin de o sayfalarda yer aldığını belirtti. Sayın Mirmahmutoğulları’na duyarlılığından ötürü teşekkür ediyorum, kaynak gösterdiği değerlendirmeyi bir değil üç kere okudum. The Economist’in son sayısında da kapak konusu organik tarımdı, üstelik yararlarından ziyade ekonomik olarak daha az verimli olduğu vurgulanmaktaydı. Bütün bu değerlendirmeler sonrasında tedirginliğim azalacağına arttı. Açıklamaya çalışayım:
1. Yasanın getirdiği önemli değişikliklerden biri kuşkusuz çiftçinin danışmanla çalışması zorunluluğu. Bu sayede 10.000 veteriner ve mühendise istihdam sağlanacağı beklentisi de bulunmakta. Söz konusu kadroların nasıl doldurulacağı bir yana, kaynağın nereden bulunacağı bile başlı başına ciddi tartışma konusu. Ancak benim kişisel kaygım işlerlik noktasına yoğunlaşmakta. Zira çiftçi işi pratik olarak yapan “alaylı” kişidir, mühendislerle yani “mekteplilerle” verimli bir işbirliği yaratılması sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Dahası mühendislerin ve veterinerlerin pratik yeterlilikleri de başka tartışma konusudur (benzer durum doktorlar için de geçerlidir). Bu durumda danışmanlık sistemi bir grup insana iş olanağı yaratan, ama etkisiz bir girişim olarak kalabilir. Öte yandan gıdalarda kalıntı kalması ya da olması durumunda getirilecek cezalar için danışmanlık sisteminin başlatılmasının beklenmesinin de zaten gereği yoktu, her üretici ürettiği üründen doğal olarak sorumlu olmak zorundadır. Bu sistemin getireceği en önemli fayda da ürünün pazardan tarlaya kadar geriye takip edebilmesi olacaktır.
2. Sertifikalı tarım gerçekten son derece cazip bir yaklaşım olarak görülmektedir. Ancak söz konusu sertifikaların gerçeği yansıtıp yansıtmayacağı kuşkuludur. Kağıt üzerinde sertifikalandırılmış olmak ürünün güvenliği açısından yeterli değildir. Sertifikalandırmanın özellikle ihracattaki bütün sorunları çözeceğini beklemek ise fazlasıyla iyimserlik olacaktır. Hatırlarsınız, “ehliyet sayısı yetersiz” diye gevşetilen sürücü belgesi dağıtımıyla trafik kurallarından nasibini almamış yüz binlerce ehliyet sahibi vatandaşımız oldu. Dolayısıyla, ürünün sertifikalı olması, sertifika koşullarını gerçekten karşıladığı anlamına gelmeyecektir. Ancak daha ciddi bir sorun çiftçinin ekeceği tohumun sertifikasındaki ısrardan kaynaklanmaktadır. Bu ısrarın sonucunda tohumun alınacağı yer olarak çok uluslu şirketler adres gösterilmektedir, fiyatı da onlar belirleyecektir. Çiftçi “sertifika” nedeniyle kendi ürettiği ürünü tohum olarak kullanamayacağından söz konusu şirketlere bağımlı hale gelecektir. İşin kötü yanı, sertifikalı ürünlerin de uygulama hataları yüzünden sorunlu olması durumunda, tüketiciye kendini güvende hissettirebilecek başka yöntem kalmayacaktır.
3. Yasanın getirdiği en büyük sakıncalardan biri 20 hektarın altında tarım arazisi olanlara destek verilmemesi yaklaşımıdır. Desteğin sahip olunan arazinin boyutuna göre verilmesi küçük üreticilerin dışlanması, büyüklerinin gözetilmesi anlamına gelmektedir. Bu durum zaman içerisinde monopoller oluşmasını destekler. Küçük çiftçi birleşmeye gidemezse toprağını kaybeder ki Anayasa’daki sosyal devlet tanımına taban tabana zıttır. Benzer özellik bu yasayla getirilen “miras yoluyla edinilen arazilerin bölüşülemezlik durumu” için de geçerlidir. Araziyi bölüşemeyen ortaklar çözümü topyekun satmakta bulacaklardır, bu da tarımda tekelleşmeyi artıracaktır. Benim öngörüm, yasanın bu maddesinde ısrar edilirse 10 yıl içerisinde küçük üreticinin ortadan kalkacağıdır. Benzer şartlar küçük ölçekli hayvan üreticileri için de geçerlidir. Yasa 100 büyükbaş hayvandan daha azına sahip olanların desteklenmeyeceğini belirtmektedir; bu ısrar küçük ölçekli işletmelerin birkaç yıl içerisinde tavsiyesi anlamına gelecektir. SEK’in bile süt üretiminden çekildiği bir ortamda, birkaç hayvanı olan üretici varlığını nasıl sürdürür?
4. Biyoteknolojik ürünlerin vardığı son aşama olan genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) çevre için yarattığı risk açıktır, ancak sağlık riskleri bilinmemektedir. Güvenli olduklarını kanıtlayan veri birikimi oluşana kadar üretilmeleri ve tüketilmeleri kesinlikle sakıncalıdır. Çevre riskleri ise kesinlikle hafife alınmamalıdır. Çok değil, birkaç gün öncesine dönün, Gelingüllü gölüne bırakılan Japon balıklarının sazanlarla çiftleşmeleri sonucunda yenmesi söz konusu olmayan melez balıkların göle hakim olduğunu gördük ki, “bak şu işe” şaşkınlığından çok ciddi bir çevre sorununa işaret etmektedir. İşte benzer risk GDO’lar için de söz konusudur, ekolojik sistemi geri dönüşümsüz olarak tahrip edecekleri tartışılmaz bir gerçektir.
5. AB’nin istediği ürünleri yetiştirmemiz kararı ticari açıdan çok olumlu olsa da, AB’nin ve Dünya Bankası’nın yaratacağı fonların cazibesine kapılıp tarım politikamızı onların seçimleri doğrultusunda yapılandırmamız sakıncalıdır. Bu yaklaşımda tek kriter çiftçinin cebine girecek para olmamalıdır. Parayı veren, “neyin (hangi şirketlerin tohumlarının) nereye ekileceğini” de dikte ettirtiyorsa iki kere düşünmek gerekir. “Piyasanın istediğini üretmek” Türkiye’nin “topraktan” sahip olduğu zenginliği ve çeşitliliği ortadan kaldıracaksa yine temkinli yaklaşmak zorundayız. Toprak ne ekersen onu verecek bir fabrika bandı değildir, yaşayan bir çevrenin parçasıdır.
Bizim önemli sorunlarımızdan biri de ortayı bulamamaktır. Bir uçta komplo teorilerine olan tutkumuz, karşıt bakış açısında ise gericilik olarak nitelendirilmektedir. “Bütün dünya böyle yapıyor, biz neden yapmayalım” yaklaşımı ise her zaman doğru seçenek olmayabilir. Herkesin aynı şeyi yapıyor olması onun mutlak doğru olduğunu göstermez. Biz aklımız bilgimiz ve hür irademiz doğrultusunda en iyiyi bulmakla yükümlüyüz. Yukarıdaki eleştirilerimi haklı bulanlar olduğu gibi, öküz altında buzağı aradığımı düşünenler de olacaktır. Ne var ki Türkiye bütün uyarılara rağmen trenlerin raydan çıkabildiği bir ülkedir. Bu nedenle yazıyor olmanın sorumluluğu herkesin hakkını aramak, hatta şeytanın avukatlığını yapmaktan geçer. Zira, sorun bugünün sorunu değildir, sorun on yıl sonrasının, sorun çocuklarımızın ve torunlarımızın sorunudur; ama sorumlusu bizler olacağız.