İşin garip yanı, size geçen hafta dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştığım evrenin prensipleri günlük yaşantımızın da ayrılmaz parçalarını oluşturur. Bütün yönetimler tek bir kişi tarafından temsil edilir, bunun altında tıpkı tanrılar panteonuna benzer kurullar vardır. Dualite prensibinin çok fazla örneği bulunmaktadır, bazıları dişi erkek gibi iki kutbu temsil ederken, diğerleri iyi-kötü gibi aslında birbirlerine göre değerlendirilebilecek kavramları oluştururlar. Üçleme en basitinden kadın-erkek ve birliktelik çerçevesinde vardır. Dolayısıyla evrensel prensipler yeryüzündeki yaşam ve sosyal yapıya da yansır ki, bunu Batıniler “yukarıda ne varsa aşağıda da aynıdır” şeklinde betimlerler.
Matematik kuşkusuz bütün bilimler içerisinde en mükemmel olanıdır, ilahidir. Bu mükemmelliğini soyut olmasına değil, mutlak aklın ve mutlak mantığın tek ifadesi olmasına borçludur. Ancak matematiğin mükemmelliği sadece ortaya koyduğu soyut kavramlar çerçevesinde ortaya çıkmaz, matematiksel ifade yeryüzündeki bütün canlıların yapısında da bir şekilde betimlenmektedir. Biz insanlar olarak bu matematiksel ifadeyi genellikle estetikle ve beğeni duygusuyla bağdaştırırız. Bu ifade daha yaygın tanımıyla “altın oran” (phi) olarak adlandırılmaktadır. Size en basitçe şöyle anlatmaya çalışayım, altın oran bir bütünü meydana getiren iki kısmın birbirine oranının, bütünün büyük kısma olan oranının aynı olmasıdır (a+b/a = a/b). Bu oran ne için hesaplayacak olursanız olun 1.618033… şekilde giden irrasyonel bir sayıyı verecektir. İşte insan gözüne tasarım anlamında estetik olarak görülen de bu orandır.
Aslında altın oranın geçmişi tahmin edilenden çok daha eskidir. İlk olarak bundan yaklaşık 2400 yıl önce Euclid bir doğruyu 0,618 oranında bölmenin “ekstrem ya da önemli oranda” bölmek olduğunu söylemiştir. Mısırlıların Keops’un yapımında hem pi sayısına hem de phi sayısına dayandıkları ölçümlerden ortaya çıkmaktadır, Yunanlılar Parthenon’un tasarımında benzer şekilde altın oranı kullanmışlardır. Ancak bu orana “altın” sıfatını yakıştıran Leonardo Da Vinci olmuştur, örneğin Son Yemek freskindeki bütün oranlar bu çerçeve içerisinde kurulmuştur. Bütün Rönesans sanatçıları resim ve heykellerindeki estetiği altın orana dayandırmışlardır. Debussi, Béla Bartok ve Beethoven’ın bazı eserleri altın oran üzerine kuruludur (yani çoğumuz farkında olmadan hissederiz, sadece bazılarımız ifadelerine taşıyacak içgörüye sahiptir). Altın oranın bir başka tezahürü Leonardo Fibonacci adındaki İtalyan matematikçisinin ardışık tam sayıların toplandığı serisinde ortaya çıkar (1, 1, 2, 3, 5, 8…). Bu seride birbirini takip eden rakamların oranı, rakamlar büyüdükçe altın orana yaklaşmaktadır. Altın oran beşgen simetri, beş köşeli yıldızda doğal olarak ortaya çıkarken; kredi kartlarının boyutları, printerin yazma alanı gibi çok sayıda örnek de altın oran dikkate alınarak oluşturulmuştur. Altın oranın negatifi ise (1994’te önerilmiştir) sin666 + cos(6.6.6) olarak hesaplanır ve Hıristiyanlıkta şeytana atfedilen sayıyı çağrıştırır.
Bütün bu matematiksel tanımlamaların en ilginç yanı doğada çok sık olarak karşımıza çıkmalarıdır. Güzellik kavramı çoğumuz için kazanılmış bir değerlendirme ölçüsü olabilir. Ancak bir çift tavşanın çiftler halinde üreme ritmi de Fibonacci dizisi şeklindedir ve kesitsel sayıların oranına baktığınızda altın oranı verir. Benzer özellikler arıların, ineklerin üremelerinde, insanların ailelerinin çoğalmasında da geçerlidir. Daha somut olarak bir deniz minaresinin kesitini alırsanız, kabuğun büyüme spiralleri de altın orana uygundur. Bir ağaç büyürken giderek daha fazla dallanır ve yapraklanır; bu ağacın değişik yüksekliklerinden yeryüzüne paralel kesitler alırsanız, dal ve yaprak sayıları da altın orana (Fibonacci dizisine) uygundur. Tıpkı ay çiçeklerinin çekirdeklerinin dizilimi, çam kozalağının çentikleri ve burada sayamayacağım diğer örnekler gibi. İnsanın kol ve bacaklarının vücuda, yüzdeki göz, kulak gibi çıkıntı ve girintilerin birbirine ve bütüne oranında da altın oran geçerlidir.
Anlatmak istediğim, görünüm farklı olsa da, evrenin prensipleri benzer şekilde ortaya çıkmaktadır. Tanrının varlığına inanmak isteyenler altın oranı güçlü bir delil olarak ileri sürerler ve “En mükemmel ölçülerde yarattık” kelamında ifade bulur. Ancak burada sorulması gereken bir diğer soru da yaşamı anlamada ve anlamlandırmada bir model oluşturup oluşturamayacağıdır. Ya da soruyu tersten sorayım, “evrenin başka bir yerinde altın oran farklı olabilir miydi? Bambaşka oranların birbirleriyle ilişkisi, Fibonacci değil, başka bir sayı dizisinde şekil bulabilir miydi? Bunu bilmem mümkün değil. ancak bildiğim bir şey var ki, var olan her şey bu dünyanın geometrisi, kuvvetleri, anlayışları ve algılayışları çerçevesinde şekillenmekte. Bu, matematiksel (ilahi) olanla fiziksel (dünyevi) olanın muhteşem ilişkisidir. Su sıfır derecede donar ama, yoğunluğu 4 derecedekinden daha azdır; bilinen bütün maddelere göre kural dışıdır, ama beri yanda canlılığın sürdürülmesi için esastır. Kar suyun donmuş formudur, kristal yapısı üzerinde altın oranı taşır ve donmuş olmasına rağmen üzerine yağdığı canlı örtüsünü kışın ayazından bahara çıkarır.
Dedim ya, altın oran kimine göre Tanrı’nın varlığının açık kanıtıdır, kimine göre ise sadece dünyamızda olduğuna inandığımız fiziksel yaşam biçiminin ilginç yansıması. Öyle ya da böyle, nedendir bilmiyorum, bende daha farklı bir etki oluşturuyor. Bunları düşündüğümde nefesim kesiliyor ve gözlerim doluyor. Aklıma Louis Armstrong’un boğuk sesinden (gerisini bilmediğim) “What a wonderful world” (ne muhteşem bir dünya) mısraları geliyor. Derin bir şaşkınlık hissi ve ardından gelen büyük huzur. Adını ne koyarsanız koyun, ister Tanrı, ister doğa; bence hiçbir şey rastlantısal değil, her şey çok ama çok mantıklı görünüyor.
Bu muhteşem tabloya uymayan tek şey insanın ihtirasları sanırım.