Nuh Efsanesi’ni sanıyorum bilmeyenimiz yoktur. Zamanlardan bir zaman dünya yine büyük bir tehdit altındadır. İnsanlık büyük bir tufan sonucunda yok olmanın sınırındadır, Tanrı, Nuh Peygamber’e büyük bir gemi inşa etmesini, yaşayan bütün hayvanlardan bir çift alarak hazır olmasını söyler. Derken söylenen gerçekleşir, sadece Nuh Peygamber ve beraberindekiler kurtulur. İnsanlığın ve canlılığın sonrası Nuh’un soyundan devam eder. Tufan söylencesi sadece Kutsal Kitaplarda değil, pek çok uygarlıkta farklı biçimlerde mevcuttur, gerçekliğine inanırsınız ya da inanmazsınız. Bununla ilgili olan yeni gerçekliğimiz, dünyanın yeni bir iklimsel değişimin tehdidi altında olduğu ki, biz buna kısaca “küresel ısınma” adını veriyoruz. Küresel ısınma aslında yeni bir süreç değil, fazlasıyla öngörülmüş olan bir süreç. Buradaki temel sorunumuz her dönemde olduğu gibi insanların genel aymazlığı. Küresel ısınma sera gazlarının atmosferdeki miktarının yükselmesine bağlanıyor, bu artışın ana nedeni ise fosil yakıt tüketimi. Dolayısıyla küresel ısınma konusunda her ne yapılacaksa yolu yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasından geçiyor.
Küresel ısınmaya dikkat çeken son geniş çaplı eylemi Greenpeace düzenledi. Bugün siz bu satırları okurken, Ağrı Dağı’nda Nuh’un Gemisi’nin yeni baştan inşası tamamlanmış olacak. Ağrı Dağı’nda deniz seviyesinden 2,500 metre yükseklikte yeni Nuh’un Gemisi’nin yapım çalışmaları çoktan başladı. Gemi, giderek yaklaşan iklim felaketlerine karşı uyarıyor, doğrusu ortaya koyduğu vurgu ile hepimizden çok önemli destek aldı. Ben koşullar gereği, Ağrı’daki etkinliğe doğrudan katılamasam da, yürekten desteğimi her zaman sürdürüyorum.
Biz insan soyu olarak dünyanın hakimi olduğumuzu iddia etsek ve koşulları kendimize göre değiştirmek konusunda bencilliğimizin doruğunda olsak da, dünyanın kendine göre bir dengesi ve topyekun canlılığı bulunmakta. Bu hipoteze Gaia hipotezi adı veriliyor, dünya kendine zarar vereni elbette bir şekilde kontrol altına alıyor. Bu son iklim değişikliği sellere, kuraklığa, sulak ve ekilebilir alanların tükenmesine, hastalıklara, savaşa, kitlesel göçlere neden olacak. Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler’in bilimsel kuruluşu olan
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) yayınladığı rapor felaketi doğruladı ve başa çıkmak için yapılması gerekenleri gösterdi. Buna göre 2050 yılına kadar küresel sera gazı salımları yarıya indirilmeli. Sera gazı üretiminin çoğundan sorumlu olan G8 ülkelerinin ise salımlarını 2020 yılına kadar 1990 seviyelerine göre ortalama yüzde 30, 2050 yılına kadar ise yüzde 80 azaltmaları gerekmekte. Sera gazı oluşumundaki aymazlığımızın en önemli nedeni, ekonomik kalkınma için gereken enerjinin karşılanamaması korkularımız. Ancak Greenpeace’in yayınladığı Enerji Devrimi raporu ise hükümetlerin hemen harekete geçmesi halinde IPCC’nin yapılması gerektiğini belirttiği bu değişikliklerin ekonomik kalkınmaya zarar vermeden nasıl yapılacağını gösteriyor. Yenilenebilir enerji kaynakları arasında en çk umut vaat edeni kuşkusuz rüzgar enerjisi. Dünyada gece gündüz sıcaklık farkı ve mevsimsel değişikler sonucunda zaten doğal bir rüzgar potansiyeli bulunuyor, bu hava akımının rüzgar jeneratörleriyle elektriğe çevrilmesi aslında bütün dünyada yaygın olan bir teknoloji, yani deneysel değil. Denizlerden elde edilebilecek dalga enerjisi de bu tür temiz enerjinin başka bir formu.
Enerji konusundaki sıkıntılar bizim ülkemizin vardığı son noktada daha büyük bir önem taşıyor. Bildiğiniz gibi, biz elektrik enerjisinin önemli bir kısmı kömüre bağlı termik santrallerden elde ediyoruz. Söz konusu santraller, hele bizim gibi “arıtma duyarsızlığının doruğundaki bir ülkede” doğrudan çevre katliamına neden oluyor. Yatağan termik santrali konusunda hafızanızı lütfen bir yoklayın. Şimdi bu soruna bir de nükleer enerji boyutu eklendi. AKP hükümeti giderayak nükleer santrallere ve kömürlü termik santrallere büyük teşvikler tanıyan yasanın Meclis’ten alelacele geçirilmesini sağladı. Kasım ayından bu yana yasanın geçmemesi için eylemler yapılırken, bir “son dakika gölü” olarak çıkartılmaya çalışılan bu yasa neyse ki Cumhurbaşkanı’ndan döndü. Yasada dünyada örneği görülmemiş biçimde nükleer enerjiye 15 yıl alım garantisi veriliyor, üretim fazlası TETAŞ tarafından satın alınıyor. Üstelik herhangi bir fiyat kısıtlaması getirilmiyordu. Bakanlar Kurulu’na da sınırları açık bir şekilde belirtilmeden teşvik hakkı tanınıyor, söküm işlemleri için gerekli olan şirket bütçesinin yetmemesi durumunda sorumluluk Hazine’ye yükleniyordu. Bu yasa da kuşkusuz adresi belli bazı şirketlerin yararlarını kollamak adına çıkartılmaya çalışılmıştı (tıpkı Tohum Yasası gibi). Bu tür bir yasa taslağının siyasette ne adı vardır bilmiyorum ama, bizim gibi insanların jargonunda “kaymaklı ekmek kadayıfı” olarak adlandırılmaktadır. Greenpeace bu konuya da dikkat çekti ve radyoaktif madde veya radyoaktif atık taşınırken veya santralde bir kaza olması durumunda, nükleer enerji alanında üçüncü kişilere karşı sorumluluğa ilişkin olarak Paris Sözleşmesi ve diğer ulusal ve uluslararası mevzuat hükümlerinin uygulandığını; söz konusu yükümlülüğün de 700 milyon Euro olarak belirlendiğini hatırlattı, olası kazaya dikkat çekti. Nükleer santrallerin neden Türkiye’de söz konusu olamayacağını gelecek hafta dile getireceğim.