Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Yüksek Öğretim Kurulu’nun başkanlığına Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı atadı. Söz konusu atama daha uzun süre konuşulacak. YÖK’ün yeni başkanının kişiliği ile ilgili yazıları eminim yakından takip etmişsinizdir, Anadolu Ajansı’na verdiği ilk demecinde yer alan “üniversiteler fikirlerin özgürce tartışıldığı yerler olacağı” tanımlamasını da bir kenara koyalım; benim bu atamadaki kuşkum kurallar ve yasaklar arasındaki geçişin algıya göre değişken olmasından kaynaklanıyor. Üniversiteler bütün dünyada belli bir temel çerçeve doğrultusunda yönetilirler. Yönetim modellerinin temel çıkış unsuru üniversite mensubu öğretim görevlilerinin düşünce özgürlüğüdür. Çukurova Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. İbrahim Ortaş’ın satırlarına atfen aktarayım, “Üniversitenin toplum ve dünya karşısındaki yükümlülüğü, eğitimde bilimsel tutarlılık ve kaliteyi teminat altına almak için hiç bir etki altında kalmamasını zorunlu kılmaktadır”.
Söz konusu yükümlülük 1988’de 29 Avrupa Üniversitesi Rektörleri tarafından Bolonya’da imzalanan “Magna Carta Universitatum”da da açıkça tanımlanmış. “Üniversitede bilimsel araştırma ve öğretim, gerek ahlaki açıdan gerekse entelektüel yönden, her tür siyasi ve ekonomik etkiden bağımsız olmalıdır. Bolonya deklarasyonuna imza atan öğretim üyeleri öğretim kadrosu ve yönetimi, araştırma, düşünce ve ifade özgürlüğünün eksiksiz bir şekilde sağlanmasında ve korunmasında ortak sorumluluk üstleneceklerini belirtmişlerdir. Buna göre bilginin iletilmesi sürecinde yer alan akademik toplumun bütün üyeleri; derslerde, üniversite içinde ve dışındaki araştırmalarda araştırma sonuçlarını yayınlamak, tartışmak ve yorumlamakta özgürdür. Üniversite öğretim kadrosu ve yönetimi, üniversitenin her mensubunun kişisel bilimsel görüşünü ifade ve sanatsal dışavurum hakkını korumakla yükümlüdür. Üniversitenin, hiçbir mensubunun kişisel görüşünü ya da bu görüşün kamuoyu önünde ifade edilmesini etkilemeye veya kontrol altına almaya teşebbüs etmez, üniversite, mensuplarının birer yurttaş olarak her türlü tercihine saygı gösterir. Bununla birlikte üniversite öğretim üyelerine akademik özgürlük hakkı şu yükümlülükleri de beraberinde getirir: Gerek üniversite camiasına, gerekse kendi mesleğine karşı ahlakî yükümlülüklerini ve sorumluluklarını yerine getirmek; bireysel düzeyde ve işbirliği ruhu içerisinde, mükemmeliyete, yenilikçiliğe bağlılık ve öğretim ve araştırmada bilginin sınırlarını ileriye götürmek; üniversiteye karşı olan sorumlulukları, bireysel haklardan ayrı tutmak ve
kamuoyu önünde ifade edilen görüşlerin, üniversiteyi hiçbir şekilde bağlayıcı olmamasını ve temsil etmemesini sağlamak.
Dolayısıyla YÖK’ün yeni başkanının fikir özgürlüğüne olan inancı “türbana özgürlük sağlamak” olarak algılanacaksa, diğer özgürlüklerin ne olacağını da sorgulamak gerekiyor. 1980 sonrasında üniversiteler bilinçli olarak politikanın tartışıldığı bir ortamın dışına itildiler. Türkiye’nin önde gelen üniversite rektörleri bile bir süre sonra “üniversiteden siyaseti kaldırmakla” övündüler. YÖK Başkanı özgürlükler kapsamında üniversitede politika konuşulmasını da algılıyor mu? Dahası hatırlarsanız çok yakın zamanda üniversitelerin sözde Ermeni soykırımı gibi konularda panel düzenlemesi doğrudan devlet tarafından engellendi. Geçmişin içerisinde saklı kalmış gerçeklerin gün ışığına çıkarılmasında üniversite ortamından daha saygın bir yer düşünemiyorum. Peki Prof. Dr. Özcan’ın fikir özgürlüğü bu konuları da kapsayabilecek mi? Üniversite öğretim üyelerinin “milli politika” ile bağdaşmayan düşüncelerini yasaklanmaması gerekenler kapsamına sokabilecek mi? Peki öğrenciler fikir özgürlüğü kapsamına kişisel yaşam tercihlerini de koymak isteseler, aynı hoşgörüyle karşılanacaklar mı?
Bu uç örnekleri vermemin en önemli nedeni günümüzde üniversitede fikir özgürlüğü denince anlaşılan tek unsurun “türban” olarak algılanır hale gelmesi. Bu açıdan bakıldığında türban zaten inanç tercihi olmaktan çıkartılıp çoktan siyasi simge haline getirildi. Bir aşama ilerisinde, üniversitelerin özgürce ibadet yapılması gereken yerler olduğu fikri güçlenmeye başlayıp, üniversite kampusları içine mescit ya da cami kurulmasını isteyen sesler yükselirse bunları da mı özgürlükler kapsamına alacağız, Ramazan’da kantin ve yemekhanelerin kapatılması istenirse hoşgörüyle mi bakacağız? Peki ya seçmene şirin gözükmek adına plansız açılan yeni üniversitelerin öğretim üyesi açığını “akademik kriter” engelini yumuşatarak mı geçiştireceğiz?
Cinsellikten siyasete yasaklarla yaşamayı bir yaşam biçimi haline getirmiş ülkenin vatandaşları olarak “yasaklara karşı olmayı” doğal misyonumuz olarak kabul ediyoruz. Lakin içerisinde yaşamak durumunda olduğumuz dünyada, kural ve yasakları birbiriyle karıştırmamamız gerekiyor. Kuralları yasaklar olarak algıladığımız zaman, sonsuz özgürlükler ütopyasının kaosuna kapılırız. Üniversiteler de özellikle akademik açıdan belli kurallar içerisinde bulunmak zorundadır. Bunların bir kısmı üniversite olmasının vazgeçilmez unsuru, bir kısmı ise bizim hayat anlayışımızın doğal getirisidir. İleride söylediğini unutmak yerine, açıklamalarda temkinli davranmak en doğru yaklaşım olsa gerekti.
Cumhurbaşkanlığı gibi YÖK de saygınlığın koşulsuz korunması gereken mevkilerdir. Atamalara “bugün sen yarın ben” şeklinde bir ilişki bulaştırılması dejenerasyon ve saygınlığın yitirilmesiyle sonuçlanır. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı’nın YÖK Başkanı ve tamamen bağımsız olması gereken hakimlerin atama kriterleri konusunda gerekli duyarlılığı göstermediğine inanıyorum. Bu eleştiriyi getirdiğim için de lütfen kimse alınmasın, zira benim kollamakla yükümlü olduğum temel değer cumhurbaşkanlığı makamı değil, “cumhuriyet”tir. Makam temsil ettiği değeri dikkate alma alicenaplığını göstermediği sürece, “cumhuriyet değerleri” adına ister istemez eleştirinin merkezine oturacaktır.
Not: Bay Vitali Hakko’yu yitirdik. Bana geride bıraktığı hoş anılar için müteşekkirim. Ailesine başsağlığı diliyorum, mekanı cennet olsun.