Siz bilmem ne kadar yakından hatırlarsınız, ben zaten dünyada yoktum, Vakko Beyoğlu’ndaki mağazasını 1962’de açmış. O yıllar Beyoğlu’nun kuşkusuz altın yılları değildi, Cadde-i Kebir için daha çok rüzgarın dönmeye başladığı dönemlerin başıydı. Eski salon komedisi yerli filmlerin “gece hayatı” göndermeleri her ne kadar abartıyor olsa da, Beyoğlu yine de bugününden daha hareketliydi. Benim Vakko ile tanışıklığım da zaten daha ziyade geçerken önünden vitrininden olmuştur. Nasıl olmuşsa olmuş bana beş yaşında alınmış kabanı saymazsanız, bizim eski dostluğumuz sadece bir vitrin bakışmasıydı, ben ona bakardım, o da bana bakardı. Oysa içerisine nadiren girdiğimde hep bir yabancılama hissetmiştim, zücaciye dükkânına girmiş bir fil misali; güzel kokular, hoş bir müzik ve son derece ilgili, nazik satış elemanları. Hani açıktan açığa söyleyemezdim ama, nedense ter basardı, onca “cool” görünme isteğime rağmen sırtım ıslanırdı, sıkıntı duyardım. Oysa içimden geçen sadece “siz hiç zahmette bulunmayın, ben buralarda biraz dolanayım, alıcı olmasam bile kendimi ait olmadığım başka bir dünyada hissetmenin keyfini çıkarayım”, ya da “biraz bakayım ama, bu kadar ilgilenmenize karşılık bir şey almadan çıkacak olursam ayıplamazsınız değil mi?” olurdu. Cepte para her zaman eksik olduğundan, benim bakıp bakabileceğim de bir kaşkolden öteye gitmezdi çoğu kez, o da en sevdiğim arkadaşlara çok özel bir hediye olsun diye. Adı Vakko’ydu ya, “namım yürüsün” usulü.
Gel zaman git zaman Beyoğlu’nun seviyesi iyice düşmeye başladı. Bir zamanların kravatsız, döpiyessiz çıkılamayan mekanı, sinemaların çökmesine denk, önce birahaneler dönemine girdi, ardından lahmacunun yükseliş zamanı geldi. Filmlerdekinin aksine hiç yaşanmamış olan lüks müzikholler dönemi, pavyonların istilasıyla son buldu. Artık akşam vakti arka sokaklara girmek bir cesaret işiydi. Hafta sonları cadde çapulcuların hükümranlığı altındaydı,. kalburüstü dükkanların yerini birer birer küçük mağazacıklar ve piyasa işi mallar aldı. “Nezih” denebilecek ne varsa önce Şişli’ye ardından şehrin yukarısına, Etiler’e çekildi. Sadece Vakko varlığını sürdürdü. “Moda Vakko”ydu, Vakko da Beyoğlu demekti benim için.
Derken bir gün cadde trafiğe kapatıldı, artık Batı şehirleri gibi bizim de sadece yayalara açık bir alışveriş mekanımız vardı. Beyoğlu’nun önemi mi yeniden anlaşılmıştı, yoksa değişen yapıya esnafın son karşı koyuşu muydu? Hayır değildi, sadece simalar değişiyordu. Vitali Bey ve kadim caddenin eski sakinleri Beyoğlu’nu Güzelleştirme Derneği’ni kurduklarında 1980’lerin sonlarıydı. Hiç üşenmemiş, gönüllü çalışabileceğimi yazmıştım da, gerekli olan şeyin “para” olduğunu nazikçe ifade eden bir mektubun köşesine tutuşturulmuş teşekkür binaen kalmıştı hevesim kursağımda. Zaten devir artık klimalı lüks alışveriş merkezleri devriydi. Buraları mesken tutan bütün dükkanlar “Aaaa” sınıfının ilgisine layıkıyla mahzar olurken, Beyoğlu genç ve çulsuz kesim için Vakko’yu ağırlayamayacak kadar hafiflemişti. Beyoğlu’nu Güzelleştirme Derneği Çiçek Pasajı’ndaki birkaç yemekli toplantıyla tamamladı etkinliklerini. Eski günlere ulaşma isteğinin cılız kalan çabalarından biri olmaktan öteye geçemedi ne yazık ki onca şatafat, sadece üzüldüm.
Velhasıl belediye de Beyoğlu’nun Cadde-i Kebir dışındaki aşağı mahallelerinin tercihine ayak uydurmuştu, Refah ve ardından AKP mazbatayı ele aldığında, yeni bir dönem açıldığının işareti sayılmıştı. Oysa bu bile Beyoğlu’nda ciddi bir sıkıntı yaratmamıştı. Bakmayın birkaç suni Nevizade çekişmesine, aba altından sopa ve nizama sokma hevesleri vardıysa bile, hiddetleri sadece caddenin taşlarına geçti. Ama ne geçmek! Habitat kaldırımlarının pötikare desenli beton kaplamalarını, son dönemin meşhur Çin ve Türk graniti dönemleri izledi, hak edilen Arnavut taşlarına inat. Dikilmiş ağaçların on küsuruncu yaşıydı ki, birer birer söküldüler yeni granitlere pürüz olmasın diye. Beyoğlu Avrupa’nın en lüks şantiyesi olarak geçirdi son üç yılını ve hala çilesini doldurmakta. Cadde artık sadece genç kuşağın tavaf mekânına dönmüştü, vitrinleri ise popüler kültürün ucuz malları süsler oldu. Atlas Pasajı’nın orijinal dükkanları bile konfeksiyona teslim olurken, bu kadar darbeye Vakko mu dayanırdı?
Ve kısmet bugüneymiş, Vakko çaresiz çekildiğini açıkladı. Camekânlarına yazdıkları iki cümle lafla duyurmuşlardı Beyoğlu’na olan teşekkürlerini de, doğrusu bir garip oldu içim. Artık yılbaşlarında “ne yapmışlar acaba” diye bakacağım bir vitrinleri olmayacaktı; frakların ve kostümlerin sergilendiği, benim sanal yaşama açılan son Kül Kedisi ışıklı sahnem perdelerini kapattı. Belki de bütün eski binalara inat modernize ettikleri dış görünüşleriyle zaten terk etmişlerdi Beyoğlu’nu da, ben anlayamamıştım. Hiç tanımasam da Vitali Bey’i sorardım yine ara bir, “geliyor elbet, ama arka kapıdan girip çıkıyor” derlerdi. “Görmeye dayanamıyor zar” derdim içimden, “Beyoğlu’nun düştüğünü!” Bilmem onun tasarrufu muydu olup biten (sıkıntı üzerine eklenen sıkıntıları artık taşımama gayreti), yoksa basit bir hesap kitap meselesi mi?
Zaten artık her şey değişmişti. Markiz bile onca kilitli yılın ardından, ıssız kalmış bir pasajın son kalesi olarak ayakta kalmaya çalışırken bugünlerde; Vakko Cadde’yi sessiz ve çaresiz terk etmişti…