Üniversiteler Türkiye’nin geleceğini güvenceye alan kurumlardır. Ülkemizde modern üniversite yapısı 1933 Reformu ile İstanbul Üniversitesi ile başlamış, onu diğerleri izlemiştir. Bununla birlikte 1980 sonrasında kurulan Yüksek Öğretim Kurumu ile üniversitelerin özerk ve demokratik yapıları kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. YÖK’ün durumu o zamandan bu yana tartışılır hale gelmiştir, çünkü özerk ve demokratik yapının korunamaması üniversitelerin yenilikçi ve aydın yapısının önünde önemli bir engeldir. Buna karşılık bugün özellikle devlet üniversitelerinin içerisinde bulunduğu durumu tamamen YÖK’e atfetmek de mümkün görünmemektedir. Bu durum, daha çok ülkenin içinde bulunduğu durumun yansıması olarak da değerlendirilebilir.
Üniversitelerin en üst yönetim birimi hepiniz bildiği gibi rektörlerdir. Ülkemizde rektörler dört yıllığına öğretim üyeleri tarafından seçilir. Ancak işleyiş açısından bakıldığında bunu gerçek bir “seçim” değil, daha çok “eğilim belirlemesi” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Zira rektörlük oylaması sonrasında en çok oyu almış olan altı adayın isimleri YÖK’e bildirilir, bu liste daha sonra üçe indirilerek Cumhurbaşkanı’na iletilir. Cumhurbaşkanı adayları inceledikten sonra içlerinden birini rektör olarak atar. Bugün YÖK başta olmak üzere, tamamen bilimsel kriterlerin hakim olması gereken kurumlarda, siyasi nedenlerin ağırlıklı unsur olduğunu dikkate alırsanız, üniversitelerin en üst mercilerinin de nasıl manipüle edilebileceğini kolaylıkla görürsünüz. YÖK Başkanlığı, kimsenin aklına bile gelmeyen, dekanlık bile yapmamış birine sadece “siyaseten yakın” olması gerekçesiyle verildiğinde, siyaset üniversitelere, özellikle türban çerçevesinde en üst düzeyden bulaştırılmış oldu. YÖK Başkanı’nın, atandığı zamandan bu yana, üniversitelerin içinde bulunduğu sorunlar konusunda herhangi bir çabası ya da icraatını gördük mü?
Seçim değil, atama esas
Yirminin üzerinde üniversite yakın zamanda yeni rektörlerini belirlemeye çalışacak. Oylamaya katılan adaylardan en çok oy alan altısı YÖK’e bildirilecek, YÖK bu listeyi, oy miktarını tek kriter almaksızın üçe indirecek ve bunlardan da biri Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Yani devletin en üst mercileri, Haziran ayında siyasetin üniversitelere bulaştırılıp bulaştırılmama konusunda kararlılık sınavı verecekler. Bu sınavdan başarıyla geçemezlerse, üniversite camiası bir kez daha gerilecek, kadrolaşma sürdürülmüş olacak. Türkiye’nin ilk ve en büyük üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi ise aday eğilim belirlemesini bu yıl sonunda yapacak. Sevgili okurlarım, şimdi siz bu yöntem doğrultusunda, “o halde öğretim üyeleri seçime giren aday sayısını neden azaltma yolunu seçmiyorlar?” diye sorabilirsiniz. Bu sorunun bizim “12 Eylül’ün ölü toprağı serpilmiş” ülkemizde ne yazık ki olumsuzdur.
YÖK’e kızmak dışında da yapılacak çok şey var
Birincisi, “bu ülkeden (üniversiteden) bir şey olmaz” inanışı çok fazla ağırlık kazanmıştır. İkincisi, üniversite öğretim üyeleri inançlarını yitirdikleri beri, uzlaşma becerisini de kaybetmişlerdir. Nitekim bugün itibarıyla İstanbul Üniversitesi’nde 24 rektör adayı çıkmış, adlarını dillendirmeye başlamıştır. Dahası rektörlük o kadar “diktatörlük” benzeri bir konumdur ki, isteyeni çok, olunca çalışanı yoktur. Aday olanlar “demokratiğiz, ilericiyiz, bilimseliz” gibi zaten olması gereken asgari müşterek dışında herhangi bir program saptayamamakta, oy beklentilerini daha çok “hemşerilik ilişkileri”, çalışılan birim ile kısıtlı tutmak zorunda kalmakta, “ne çıkarsa bahtıma, bakarsın göl maya tutar” iyimserliğiyle hareket etmektedirler.
Sözün özü, üniversitelerin büyük bir kısmı yakın zamanda önemli bir sınav verecekler. Bugüne kadar YÖK’e kızmak dışında somut bir çaba göstermeyen öğretim üyeleri, ya ülkeleri ve kendilerinin geleceği için unuttukları sorumluluklarını hatırlayacaklar ya da dünya algılarının Türkiye’nin genelinden farklı olmadığını son kez sergileyecekler.