Musibetler çoğunlukla Müslümanların başına gelmiyor, ama takiyeci olanlar musibeti davet ediyor

Güngör Uras üstadımız 3 Ağustos 2008 Pazar günü Milliyet’te yer alan köşe yazısında ”Musibetler hakkında bir soru/bir cevap” başlığını taşıyan ve “bir görüşü temsil gücü” olduğuna dikkat çektiği bir mesaja yer vermiş. “Mesaj şöyle başlıyor: Soru: Neden deprem, savaş, veba ve benzeri musibetler çoğunlukla Müslümanların başına geliyor? Cevap: Bu dünya hizmet ve meşakkat yeridir, mükâfat ve rahat yeri değildir. İnsanın asıl vazifesi Rabbini tanımak ve emrettiği ölçüler içerisinde yaşamaktır. Bunun da yolu ibadetlerden geçmektedir.

Daha sonra açıklamalara geçiliyor. Deniliyor ki, “İbadet iki kısımdır: 1. Müspet ibadetler, 2. Menfi ibadetler. İbadetin müspet kısmı bildiğimiz namaz, oruç gibi ibadetlerdir. Menfi kısmı ise hastalık, musibet ve doğal felaketler karşısında insanın aczini ve zayıflığını hissedip Rabbine sığınması ve sabretmesi neticesinde kazandığı büyük sevaplardır. Belaların en şiddetlilerine Allah’ın en sevdiği kulları olan – başta Efendimiz (ASM) olmak üzere- peygamberler ve salih kullar maruz kalmıştır. Eğer zannedildiği gibi musibet mutlaka kötü bir şey olsaydı, o zaman Allah en sevdiği kullarına bela ve musibetleri vermezdi. Çünkü hadis-i şerifte ifade edildiği gibi “En ziyade musibet ve zorluklara maruz kalanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridir.” (Kaynak: el-Munavi, Feyzu’l-Kadir, 1:519) Bela ve musibetlerin daha çok Müslümanların başına gelmesinin nedeni ise, bu dünyada yapmış oldukları hataların ve işlemiş oldukları cezaların karşılığını çekip, Haşir Meydanı’na bırakılmamasıdır. (Açıklama: Haşir Meydanı: İnsanların hesaba çekilecekleri meydan. Mahkeme-i Kübra)
Çünkü büyük hatalar ve cinayetler büyük mahkemelerde, küçük cezalar küçük merkezlerde verildiği gibi, günahı az olan iman ehlinin hataları bu dünyada çeşitli bela ve musibetlerle temizlenmekte, büyük mahkeme olan Haşir Meydanı’na bırakılmamaktadır.” Güngör Uras mesajın açıklamasını Diyanet İşleri Başkanlığı’na bırakmış. İzninizle ben de kendi naçizane görüşümü paylaşmak istiyorum.

Öncelikle şunu vurgulamak istiyorum ki, “musibetlerin çoğunun Müslümanların başına geliyor” olması düşüncesine katılmıyorum. Ancak musibetlerin çoğunun İslam’ı yanlış anlayan (daha doğrusu anlamayan), buna karşılık kendilerini ehli Müslim zanneden takiyeci kişilerin başına geldiği doğrudur. Bu saptamamın gerekçesi de şudur. İslam akla indirilmiştir, Kitap “Oku!” diyerek başlar. İslam insana aklını kullanmasını öğütler. Çünkü din bu dünyanın koşullarında (gerçekliğinde) yaşanır. Kitap’ın hiçbir yerinde cezanın bu dünya koşullarında verileceği ya da önceden verilen bu cezaların (haşa) hafifletici unsur olacağı şeklinde bir söz bulunmamaktadır.

Buna karşılık kendini “kitap ehli” sanan bir grup, inançlarının tek kıstasının kalplerindeki Allah sevgisi olduğunu göz ardı edip, varlıklarını yapmacık bir takva ile kanıtlamaya çalışmaktadır. Takva kuşkusuz önemli bir yaklaşım biçimidir. Ancak “hayırlara vesile olsun” diye yaptırılan (kaçak/izinsiz olmasını bile göz ardı ediyorum) bir öğrenci yurdunun “ucuza çıksın, hem hayır işi yapmış görünelim hem de maldan tasarruf edelim” düşüncesiyle eksik ve çürük yapılmasının hangi takva ile ilişkisi vardır? Özensiz yapılmış bu binayı görmeden gelip, denetlememek Allah korkusuyla alakalı mıdır? Bu ülkenin ormanları cayır cayır yanarken, sevgili Başbakanımız ve Çevre ve Orman Bakanımız hala söndürme uçağı almamakta ısrar ediyorsa (ki o uçakların tanesi sadece lüks bir makam arabası fiyatınadır), akıl ve memleket sevgisinden nasip almamış bu tutumun ve geleceğimizi yok eden bu durumun Haşir Meydanı ile açıklanmaya çalışılması sadece akıllara ziyandır.

Çünkü, çürük ve eksik yapılmış binaları nazar boncuğu asarak koruyamazsınız, hasta olan çocuklarınızı muska yazıp iyi edemezsiniz, tutuşması an meselesi olan ormanları yandıklarında “sınanıyoruz” sayıp sineye çekemezsiniz. Hızlandırdığınız treni, uygun olmayan raylarda tutamazsınız. Birileri nükleer santral yapmak hevesine düştü, gitti yer olarak fay hattının üstünü buldu, akla uymayan bu santrali çatlayıp patlamadan tutamazsınız. Radyasyon bulaşmış çayları ve fındıkları, “şifa niyetine” yediremezsiniz. Yerin çekimini, gazın basıncını, çıranın yanıcılığını, yani “aklın önemini” reddemezsiniz.

Allahüteala bize okuyalım diye kitap verdi, “Oku!” emriyle başlattı. Aklı kullanmamızı emreden bu kadar çok Kelam varken, Kitap’ı okumayıp, durumu dine uydurmaya çalışmak, buna bir de Cihan Peygamberi’ni alet etmek, aymazlığın benim aklımın alamayacağı boyutudur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir