Hastalıkların bütün dünyada, ama özellikle endüstrileşmeye paralel olarak artış göstermesinin anlaşılabilir bir açıklaması olmalı. Bu açıklamaya girişirken yanıtını doğru vermek zorunda olduğumuz ilk soru hastalıkların “gerçekten” artmakta olup olmadığıdır. Çünkü bazen hiç tedavisi olmayan bir alanda yeni ilaç geliştirilmiş olması, farkındalığın artmasına yönelik kampanyalarla desteklendiğinden, durumun ciddi olduğu ya da sorunun görülme sıklığında artış olduğu şeklinde bir yanılsamaya da yol açabilir. Bunun klasik örneklerinden biri geçtiğimiz yıllarda ülke olarak yaşadığımız “reflü hastalığıdır”. Reflü, mide içeriğinin yemek borusuna geri taşmasıdır. Normal koşullarda mide içeriği yemek borusunun sonlandığı yerde bulunan büzücü kas (sfinkter) sayesinde mideye geri tepmez. Kişi çok kiloluysa karın içi yağ dokusunun hacmi daraltması nedeniyle ya da bir öğünde midesinin kaldıramadığı kadar çok şey yemesi sonucunda reflü tablosu ortaya çıkabilir, göğüste yanma (mide asidinin uyarması) ya da ekşime (ağızdan ekşi bir tat gelmesi) şeklinde kendini gösterir. Bu tablo bilinen aşikar bir durumken, geçtiğimiz yıllarda bütün medyada birden yer bulması, irili ufaklı bütün özel hastanelerin reflü birimleri oluşturmasının akla dayalı bir açıklamasını ben hala bulunmadım. En olası açıklama, reflü nedeniyle yapılacak tetkikleri devletin geri ödeme kapsamına almış olmasıdır. Bugün sindirim sistemi uzmanlarının içinden çıkamadıkları bir diğer tablo da Helicobacter pylori’nin gerçekten mide ülserine neden olup olmadığıdır. Bu konuda yapılan ilk araştırmalar mide ülseri zemininde bu bakteriyi saptadığında, o muhteşem “hah, işte nedeni buymuş” yaklaşımı zaman içerisinde geçerliliğini yitirmiştir. Gerçekten hastalık olup olmadığı hala anlaşılamayan bu bakterinin varlığı, milyonlarca kişinin antibiyotik tedavisi almasıyla sonuçlanmıştır. Antibiyotik bakteriyi ortadan kaldırmada başarılıdır, ancak sindirim sistemi uzmanlarına göre, hastalığın tedavisi ile ilişkisi kesin değildir.
“Moderen” çağın hastalıkları endüstrileşmeye paralel artıyor
Ne var ki bu sıra dışı örnekler, özellikle iyi kayıt tutan ülkelerden yayınlanan rakamlar hastalıkların genel olarak arttığını doğrulamaktadır. Ciddi artış gösteren hastalıklar metabolik sendrom (diyabet, obezite ve kalp hastalığı) olarak tanımlanan tablo, romatoid artrit (mikrobik olmayan eklem iltihabı), multiple skleroz gibi sinir sisteminin otoimmün hastalıkları, kalın bağırsağın “kolit” olarak adlandırılan yine otoimmün iltihabi hastalığı ve kanserdir. Bu hastalık tablolarının hepsinin ortak özelliği bağışıklık sistemiyle ilgili olmaları, yani “kişinin kendi kendine bağışıklık yanıtı geliştirmesiyle (otoimmün)” ilişkili olmaları ve özellikle endüstrileşmeye paralel olarak artmalarıdır. Örneğin romatoid artrite Afrika’da hiç rastlanmamaktadır, ancak bu durum Afrikalıların çok güneş görmesinden mi, yoksa endüstrinin hiç olmamasından mı kaynaklanıyor, araştıran da yoktur (halbuki şahane bir araştırma kolaylığıdır, bir hastalık bir yerde hiç yokken, başka yerde çok fazla var ve artmakta).
Defalarca söyledim, yeniden tekrarlayacağım, Batı biliminin en büyük zaafı nedeni açıklayan mekanizma kurmaktan uzaklaşıp, “ilişkilendirme” kısırlığına saptanmasıdır. Aynı durum bizim ülkemizde de geçerlidir. Hastalıkların mekanizmalarını inceleyen “fizyopatoloji” dersleri daha ben okuldayken 1986’da kaldırıldı, dersin son hocası Hayati İmren idi. Diyabet örneğinden devam edersek, “sedanter (hareketsiz) yaşam diyabet için bir risk faktörüdür”, ama nedeni bilinmez. Diyabet mi insanı sedanter yapar, yoksa sedanter olmak mı diyabete yol açar, “yumurta-tavuk” paradoksunun bir diğer örneğidir. Oysa sorunların çözümü doğrudan sizin bakış açınızla ilişkilidir. Daha kolay anlaşılması için tıp dışı, günlük yaşamdan bir örnek vereyim; “trafik kazası geçirilmesinin risk faktörleri nelerdir” diye sorduğumda, alkollü araç kullanmak, aşırı hızlı sürmek, olumsuz yol koşullarını dikkate almamak, arabanın bakımını yapmamak az ya da çok bir risk faktörüdür. Ama meseleye “evin dışında olmak” diye bakarsanız, yüzde yüz cevap budur (hoş, bizim ülkemizde eve kamyon girmesi de azımsanmayacak sıklıkla görülür). Dolayısıyla hastalıkların neden arttığını sorguladığınızda bunu risk faktörüyle ilişkilendirmek yeterli olmaz, akla dayalı bir nedensel açıklama geliştirmeniz gerekir. Aksi takdirde dar alanda kısa paslaşmalar haline soktuğunuz bilimin ileriye gitmesini bekleyemezsiniz. Gerçek olan hastalıkların arttığı ve bunun endüstrileşmeye, özellikle de gıdadaki endüstrileşmeye, paralel geliştiğidir. Bunun mekanizmasını açıklamak konusunda söyleyecek sözümüz elbette var.
Yel değirmenleri zararsızdır ve lobi faaliyetinde de bulunmazlar
Ancak meselenin bir diğer boyutu “gerçeği söylemek konusundaki ısrarınızı” nereye kadar sürdüreceğinizdir. Mesleğinizi uygulamak konusunda yeminliyseniz, yani “insanların sağlığını koruyacağım” diye yemin ettiyseniz, hasta söz konusu olduğunda durma noktanız “hastanın müdahale edilmesini bilinçli olarak istememesidir”. Ancak yemininiz hastalığı önlemek gerekçesiyle sadakat gerektiriyorsa, bunu nereye kadar sürdüreceğiniz farklı bir tartışma haline gelir. Sadece uyarmakla mı yetineceksiniz, yoksa “beslenmek konusunda çaresiziz” diyen vatandaşlara (ki öyle diyorlar) bir seçenek oluşturmanın uğraşına mı gireceksiniz? Hele hele kendi kendinizle bir “Bağlantısızlık Sözleşmesi” de (DÜNYA, 13.09.2007) imzaladıysanız, durumu içinizde tartışmaya başlarsınız (Memelerin Sessizliği!, DÜNYA, 29.12.2010). Üstelik bunun “Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırmasıyla” bir ilişkisi yoktur, çünkü yel değirmenler zararsızdır ve lobi faaliyetinde de bulunmazlar.