Türkiye, siyasetinin olasılıkla en zeki ve en renkli simasını yitirdi, Necmettin Erbakan vefat etti. Benim bu yazıyı yazmamdaki birinci amacım kişilerin ve olayların her zaman yansıtıldığı gibi olmadığını Erbakan’ın kimliğinde anlatmak, ama en az o kadar önemlisi, fikir üretip iş yapmaktan çok, laf olsun diye konuşan günümüz siyaset erbabına da bir göndermede bulunmaktır. Necmettin Erbakan Cumhuriyet’in üçüncü yılının kutlandığı 29 Ekim 1926’da Sinop’ta dünyaya geldi. Annesi Kamer Hanım ve babası Mehmet Sabri Bey oğullarına “dinin yıldızı” anlamına gelen Necmettin adını koydu. Aslında daha çok tıbbiyelilerden oluşan bir aileye mensuptu, ağabeyi Nizamettin Erbakan cilt doktoru, Sabahattin Erbakan göz doktoru, küçük kardeşlerinden Kemalettin Erbakan diş doktoru, Akgün Erbakan mühendis ve kız kardeşi Atife Hanım ise eczacıdır. Erbakan 1937 yılında İstanbul’a taşındı, babası onu Almanya’nın dünyada giderek artan prestijine atfen Alman Lisesi’ne kaydettirmek istedi, ancak öğrenim süresi hazırlık sınıfıyla birlikte yedi yıl olduğundan İstanbul Erkek Lisesi’ni tercih etti. Sıra dışı zekası ve çalışkanlığı o zamandan belli idi, bütün öğretmenleri tarafından takdirle karşılanırdı. Sıfırcı Avni olarak ün yapan fizik öğretmeni Avni Kuran’dan ilk 10 almayı başaran da Erbakan oldu. Arkadaşlarının aktardıklarına göre okul hayatının yarısı dinle, diğer yarısı da projelerle geçerdi. Herkesin bir sayfada anlattığı projelere o 40 sayfa açıklama getirirdi. İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra 1951’de İstanbul Teknik Üniversitesi makine bölümünü büyük başarı ile bitirdi ve Almanya’ya gönderildi. Dizel motorlarda püskürtülen yakıtın tutuşmasının matematik anlatımını yaptığı tez Alman bilim camiasında büyük yankılar yaptığından Deutz Motor Fabrikası’na çağrıldı ve Leopar tankları konusunda araştırma başmühendisi olarak çalıştı.
Necmettin Erbakan’ın aslında Atatürk’ün “bağımsızlık karakterimdir” düsturuyla bire bir örtüşen, bizim fikir sistemimize çok daha sonraları “milli sanayi” olarak yerleşecek düşünce sistematiği de işte olasılıkla o sıralarda gelişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya da aynen Türkiye gibi yeniden kalkınabilmek için Amerika’dan yardım almıştı. Ancak bu yardım, Necmettin Erbakan’ın sözleriyle; “Onlar aynı şekilde Amerika’dan yardım aldılar, ama bizim gibi Amerika’dan makine getirmek için kullanmadılar. O makineleri yapacak olan ağır sanayi fabrikaları kurmak için kullandılar” şeklinde gerçekleşmişti. Necmettin Erbakan’ın milli sanayi kaygısının gerekçesi de buydu. Almanya’dan büyük bir aşk, şevk, azim ve heyecanla Türkiye’ye dönen Erbakan, 1 Temmuz 1956’da 200 ortak toplayarak Konya’da Gümüş Motor Fabrikası’nı kurdu. Böylece düşlerini hayata geçirme olanağını yakaladı. Tarımsal sulamada kullanılan 5-15 beygir gücünde motor ve pompaları üretmek amacıyla kurulan bu fabrikada 850 işçi çalışıyor ve yılda 5000 adet yüzde yüz yerli motor üretiliyordu. Ne var ki fabrikada üretim çok uzun ömürlü olmadı, iki yıl sonra büyük bir mali krize girerek batma noktasında gelince, en büyük hissedarı olan Şeker Şirketi’ne devredildi. Böylelikle bugün Pancar Motor adı altında çalışan fabrikaya dönüşmüş oldu. Milli sanayi konusunda ısrarını sürdüren Erbakan bu kez 1960 yılında Ankara’da yapılan Sanayi Kongresi’nde Türkiye’nin kendi otomobilini yapabileceği fikrini ortaya çıkardı. İhtilal Hükümeti kendisine Eskişehir Demiryolları CER Fabrikası’nı tahsis etti. Türkiye’nin ilk yerli üretim arabası olan Devrim de işte burada imal edildi. On dört Ekim 1969’da Konya’dan bağımsız milletvekili adayı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi. 1967’de bugün Milli Görüş olarak biline hareketi başlattı ve 24 Ocak 1970’te Milli Nizam Partisi’ni kurdu. Erbakan’ın yaşamının bundan sonraki bölümü bugünün orta yaş kuşağının hafızalarında yer aldığından hiç anlatmayacağım. Ancak unutulmaması gereken bir diğer önemli nokta Kıbrıs Barış Harekatı’nın gerçekleştirilmesinde de birinci dereceden etkili olduğudur, hem de bütün dünyayı karşımıza almayı göze alarak.
Yukarıdaki satırları Sabahattin Uçar’ın Savunan Adam adlı kitabından aldım (Yasin Yayınları, 2000). Gördüğüm odur ki, aslında iki ayrı Erbakan var, biri başarısı ve hayalleri sınır tanımayan ve milli (ulusal) bir sanayinin gerekliliği düşüncesinden asla taviz vermeyen bir dahi, diğeri ise siyasete girmesiyle birlikte dindar yapısını siyasetinin de bir parçası haline getiren, ama her şeye rağmen çizgisinden hiçbir zaman ödün vermeyen bir Erbakan. Dinin, inancın siyasette pirim yapacağı görüşü bugün artık “maddi kazanca binaen” sürüyor. Erbakan’ın ta en baştan beri savunduğu, ülke olarak ayakta dik durabilmemizin gereği olan ister milli deyin, isterse ulusal, “kendi kendine ve sürdürülebilir yeterlilik” ilkesi ise tamamen unutulmuş, terk edilmiş durumda. “Okusunlar” diye Batı’ya yolladığımız genç mezunlarımız, bilgi ve görgülerini aktarmak yerine, uluslararası tekellerin temsilcisi, çıkar gruplarının lobicisi olarak geri dönüyorlar. Adına “özelleştirme” denen, mevcut olanı satarak günü kurtaran bir akıl tutulmasının da nüvesidir bu.
Erbakan’la sadece bir kez karşılaştım, yeğeninin mezuniyet töreninde, diplomasını kendi elleriyle vermek isteğini seve seve yerine getirdik. Aktif siyaset yaşamından çekilmesinin yarattığı genel “üslup eksikliği” ise hiçbir zaman giderilemedi. Konuştuğunda gözlerinden fışkıran zeka pırıltılarını ve dilinden dökülen nükte ziyafetini hep aradık, bundan sonra da çok arayacağız. Allah gani gani rahmet eylesin.
(2.3.2011)