Bu sütunda “moderen” bilimin tıbba bakışını ve nasıl bir ‘filime’ dönüştüğünü sık sık eleştiriyorum. “Moderen” olarak nitelendirmem dalga geçmek amacını gütmüyor, yapılan onca araştırmadan, dökülen onca paradan ortaya çıkan devasa bilginin bu kadar atıl kalması kuşkusuz bir rastlantı değil. Akademik kurumların doludizgin koşmasına karşılık, son 50-60 özellikle tıp alanında esasa yönelik elle tutulur bir gelişme görülmez. Oysa aynı dönem içerisinde DNA’nın yapısı, bundan proteinlerin sentez mekanizması açıklığa kavuşturulmuş, insan da dahil olmak üzere pek çok canlının genetik materyalinin (İnsan Genom Projesi ve diğerleri) bütününün dizisi çıkarılmıştır. Lakin bu dizi analizinin sonucu, proteinler genlerden sentezlendiği halde, milyonlarca protein çeşitliliğine karşılık insanda sadece 25-30.000 gen bulunduğu oldu. Bu araştırma metodolojisi moleküler biyoloji ve genetik gibi yeni bilim dallarını doğurdu, elde edilen verilerden daha fazlasının “anlaşılması” şimdilik mümkün olmadı.
Oysa maddenin yapısı konusunda bile daha fazla şey söylüyoruz. Benzer Ar-Ge yatırımını alan elektronik, bugün herkesin oturduğu yerden dünyanın herhangi bir yerine erişmesini sağlayan iletişim ağını geliştirdi. Sadece 20 yıl önce tıp alanında kütüphaneye gelen yayınları okumakla kısıtlıydık. Yapabileceğimizin en iyisi, Current Contents denen haftalık kitapçıktan Amerikan veri tabanında yer bulan makaleleri tarayarak, bizatihi yazarına mektup yazıp bir kopyasını istemekti. Bugün bunların tümünü, üstelik arama motorları sayesinde saniyesinde görmek mümkün. Peki arada tıp bilimi ne kadar ilerledi? Ben size söyleyeyim, elektroniğin olanak tanıdığı kadar. Geçen hafta görüştüğümüz medyamızın kıdemli ve saygın isimlerinden biri “tıbbın artık elektroniğin bir alt dalına dönüştüğünü” söylerken kuşkusuz çok haklıydı.
İnsan çevresinin bir parçası mıdır, yoksa bağımsız yaşayabilir mi?
Benim bu sütunlardan “moderen” tıp eleştirisi yapmak ve kendi bakış açımı yansıtmak amacım da işte bu saptamanın üzücü gerçekliğine dayanmaktadır. Son iki yıldır giderek daha fazla okumak zorunda kaldığım beslenme konusunda yazdıklarım, aslında tıbbın kısır kalmış bakış açısına bir eleştiridir. Gündem müsaade ettiği sürece beslenme konusunda yazmayı sürdüreceğim. Konuya yeni bir giriş kapısı olarak da size soracağım temel soru şudur: “Yaşamın sürdürülebilirliği açısından insan bağımsız bir birey midir, yoksa çevresinin bir parçası mıdır?” Soru başlangıçta kolay yanıtlanır gibi görünebilir, ancak kendinize akılcı bir açıklama da sunmalısınız.
Bilimin son elli yılındaki derinliksiz gelişmeler (aslında kısırlığın başlangıç noktası İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ve sonuçlarıdır) bize insanın ve diğer canlıların sadece yapı taşlarının ne olduğunu anlama şansını verdi. Bilim camiası toplam gen sayısı ve protein çeşitliği arasındaki bu orantısızlığı İnsan Genom Projesi bitince keşfetti ve henüz açıklayamadı. Ne var ki, “yapı taşı” mantığı özellikle beslenme ve gıda alanında çok tuttu. Gıda endüstrisi aslında hiç olmaması gereken kadar büyüdü, çünkü beslenme konusunda çalışan arkadaşlarımız “yapı taşına” ilişkin üç kavramda takılıp kaldılar: Dengeli beslenme, vitaminler ve sonrasında bunlara eklenen antioksidanlar. Dengeli beslenme piramidi denen “esnek-kıvrak” önerinin bayrağını hala Harvard taşımaktadır. “Yapı taşı” mantığı bir yerde bireyin ön plana çıkarıldığı Amerikan sentezinin bir gereğidir, bu yaklaşım “protein tozu ve nişastayla beslenip, biraz da vitamin almanın yeterli olduğu” anlamına gelir. Madem sindirim denilen işlev, yenilen gıdaların yapı taşlarına ayrılmasından başka bir şey değildir, “o halde raf ömrü uzatılmış steril endüstriyel gıdalar bunu rahatlıkla sağlar” (!). Peki “olabildiğince taze sebze ve meyve tüketin” uyarılarının gerekçesi nedir?
Bir sonraki soru: Kızartma yağları nasıl ve neden yanar?
İşte bu paradoksun açıklanabilmesi için yukarıdaki sorunun cevabının verilmesi gereklidir: “İnsan çevresinin bir parçası mıdır, yoksa yeterli yapı taşı tozlarını verirseniz bağımsız yaşayabilir mi?” Sorunun benim bulduğum yanıtı, insanın çevresinin bir parçası olduğu şeklinde. Sağlıklı bir yaşam sürdürülebilmesinin temel koşulu olarak, insanın yenebilir (katıksız, karışıksız, ilaçsız ve genetiğiyle oynanmamış) gıdalarla beslenmesi gerekiyor. Aynı mantık içerisinde, steril doğmasına karşılık, steril olmayan bir ortamda yaşayan insan, steril ortamlardan da her anlamda uzak durmalı. Fiziksel yaşamının bütünü, “temelinde bir adaptasyon süreci olan serüvenin” başına kaza gelmeden tamamlanmasıdır. Şimdi size konuyla doğrudan ilgili bir başka soru sorayım: “Kızartma yemek neden zararlı kabul edilir, kızartmada kullanılan yağ nasıl ve neden yanar?” Bunun yanıtını tartışabilmemiz için vakit bulursanız şöyle yarım saatlik bir kızartma yapın, araştırın ve düşünün.
İnsanlar çalışıyor ve vergi ödüyorlar, kazanılan para öte tarafa götürülemediğine göre, en basit beklentileri, çoluk, çocuk, sağlıklı ve “yeterince” refah içerisinde yaşamak. Her yıl milyarlarca dolar fon alan tıp araştırmalarından günlük yaşamlarına akseden ciddi ve sürdürülebilir sonuçlar olmadığı gibi, evlerine götürebildikleri “gerçek” yiyecekleri yok. Canlarını emanet ettikleri tıp ve beslenme bilimleri yerlerinde sayarken, bunların doğurdukları endüstriler, hak edilmiş başarılarıyla ya da Wall Street’in çıtır kazançlarıyla bile değil, kapitalizmin damarlarına pompaladığı yeşil serumlarıyla balon gibi şişiyor. Milliyet Gazetesi’nden meslektaşımız Metin Münir’e (psikiyatri uzmanlarını haklı eleştiri bombardımanına tutmadan çok önce) yoğurt tutturtan gerekçe neyse (Hey! Çocuklar! Yoğurt yaptım!, Milliyet, 2 Eylül 2011, lütfen okuyun), Wall Street’i işgal ettiren düşünce de odur!
Not: Sağlık Bakanımız Tam Gün konusunda “sözleşmeli öğretim üyesi” şeklinde bir çözüm önerdi. Hastaların düştüğü sıkıntıyı gidermek açısından doğru bir seçenek olarak görünüyor. Teşekkür ederim.