Bizim gıda ve beslenme konusundaki irdelemelerimiz genellikle esasa yönelik olsa da, gıdanın endüstrileşmesinin paralelinde ortaya çıkan bir bilim dalı ve mesleğe bugüne dek hiç değinmedik; bu disiplinin adı gıda mühendisliğidir. İki dünya savaşının öncesinde ve sonrasında iyice kıtlaşan kaynakların doğru yönetimi gerekliliği, çok hızlı gerçekleşen şehirleşme, gıdanın pazardan çıkıp markete girmesi, buna yönelik hijyen, ambalajlama ve uzun raf ömrü arayışı, gıda mühendisliğinin ortaya çıkışında ana gerekçeler olarak görünmekte. Bu mesleğin “mühendislik” olarak adlandırılmasının nedeni ise çok büyük olasılıkla “gıdanın protein, karbonhidrat ve yağlar şeklinde bileşenlerden oluştuğu” varsayımına dayanmakta. Dolayısıyla bu ana bileşenlerin bir araya getirilmesi, buna zorunlu koruyucuların vb. katılması bir mühendislik meselesidir.
Bugün ülkemizde aynen tıp fakültelerine benzer biçimde açılmış olan çok sayıda gıda mühendisliği bölümü var, bu bölümlerden her yıl binlerce kişi mezun oluyor. Endüstriyel gıdanın pazar payı giderek artıyor, ne var ki iş uygulamaya gelince gıda mühendisi arkadaşlarımızın ne iş olanaklarında ne de uğraşı kapsamlarında herhangi bir gelişme bulunmamakta. Bu durum endüstriyel gıdanın soruna dönüşmesinin en önemli nedenlerinden biridir.
Zira hiç kimsenin dilinden düşürmediği “bilim”, kabul etmeliyiz ki her alanda endüstrinin bir manipülasyon alanına dönüştü. Gıda ve beslenme konusundaki tartışmalarda, “kodeks ya da yönetmeliklere dayalı savunma” da aynı mantık üzerine kuruludur. Endüstri “düzenlidir”, girmek istediği alanın önce kurallarını oluşturur, buna dayanarak geleneksel üretimin alanını daraltır, en sonunda koydurduğu kurallar çerçevesinde pazara hakim olur. Örneğin “ayran hijyenik nedenlerden ötürü açık satılamaz ya da aseptik koşullarda kapatılmamış ayran piyasaya verilemez” şeklinde bir kuralı yerleştirdiğinizde, endüstriyel ayranın önü açılır. Marketlerdeki ambalaj içine girmiş ne varsa aynı sırayı takip etmiştir. Oysa ne hazindir ki, bu yaklaşımın olmazsa olmazı gıda mühendislerinin iş bulma olasılıkları bilakis azalmaktadır. Çünkü endüstrinin büyümesi otomatizasyona tabidir, insana olan ihtiyacı giderek azaltır (daha doğrusu, endüstri insanı sadece tüketici olarak ister). Dahası, kurallara uymak istemeyen endüstri de zaten işin hile ve hurdasını iyi bilen deneyimli (!) gıda mühendisi talep eder. Okuldan temiz idealleriyle mezun olmuş gıda mühendisinin hile hurdayı şiar edinmiş kuruluşlarda çalışması olasılığı yoktur.
İstihdamın adresi Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, kaynağı ise endüstri olmalıdır
En önemli hata ise, konunun düzenleyicisi olan Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın gıda mühendislerine olan ihtiyacı reddediyor görünmesidir. Oysa kimse kusura bakmasın, bizim gibi bir ülkede gıda mühendisine mesleğini layıkıyla icra ettirecek işletmelerin sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Geri kalanında çalışmaya başlayacak gıda mühendisi ise şahsen değil, diplomaları açısından gereklidir (aynı yaklaşım bir zamanlar sağlık kuruluşları için de geçerliydi, düzeltildi). Dolayısıyla gıda mühendislerini istihdam etmesi gereken kurum (bugüne kadar böyle bir yaklaşım görmediysek de) bizatihi Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’dır. Katkı payını (maaşın kaynağını halk adına) endüstriden almalı, ama hizmeti kendi vermelidir. Bu söylediklerim “devletçilik” nedeniyle değildir, bizim coğrafyamızdaki hayat algısı ister istemez denetimin devlet tarafından ve gerektiği gibi yapılmasını şart koşar. Gıda mühendisini patronun insafına bırakırsanız, daha ilk itirazında kapının önüne koyar (aynen yaşanmıştır).
Aynen tıp gibi, gıda mühendisliği müfredatında da reform kaçınılmazdır
Gıda mühendisliği biliminin adını biz koymadık (ilk olarak 1933 yılında kurulan Yüksek Ziraat Enstitüsü bünyesindeki Ziraat Sanatları Fakültesi temelinde oluşmuştur, yani başta sanat olarak kabul edilmiştir), ancak müfredatın (tıpkı tıpta olduğu gibi) “uzun raf ömrü, hijyen ve janjanlı ambalaj” merkezinden çıkarılıp, “sağlıkla tüketilebilir” (sağlığın korunması) kavramına yönlendirilmesi gerektiği açıktır. Ne var ki gıda mühendislerinin önemli bir bölümü de aynen ana akım endüstriyel doktorlar (ilaç endüstrisinin sözcüleri) kadar tutucudur. Çünkü tartışmaya “ama dünyada böyle” diye başlayan ve “herkes kendi alanında konuşsun” diye bitiren bir yaklaşımla mesafe alamıyorsunuz; ya siz anlatamıyorsunuz ya da kaynak sunsanız bile standart dogmayı (müfredat) sorgulamakta çekimser kalıyorlar.