Bilmem dikkatinizi çekiyor mu, bize durmadan “bilim ilerliyor” masalları anlatılıyorsa da, mesele sonuca gelince özellikle tıp biliminde ciddi bir ilerleme göremiyoruz. Her yıl yapılan milyonlarca araştırma ve yayınlanan yüz binlerce makaleye karşılık, hastalıkların mekanizmasının anlaşılmasında, buna dayanan yeni yöntemlerin geliştirilmesinde ve başarılı sonuç alınmasında ciddi bir zaaf var. Şöyle bir düşünün, büyük bir ilaç firmasının yıllık Ar-Ge bütçesi 5 ila 10 milyar dolar arasında değişmekte, firmaların bütününü hesaba katarsanız bu yılda birkaç yüz milyar dolar eder. Buna devletlere bağlı araştırma merkezlerinin de bütçelerini ekleyin, aslında dünyada her yıl en az bir trilyon doların sadece Ar-Ge’ye harcandığı ortaya çıkacaktır, bunlar halktan toplanan vergilerle oluşturulan fonlardır. Oysa kanser, diyabet, astım gibi hastalıkların ne önlenmesinde ne de tedavisinde elle tutulur bir aşama kaydedilememekte. Her yıl ülkemizde bile yüzlercesi toplanan tıbbi kongreler, Amerikan kongrelerinin panayır ortamının ötesinde, artık bir “balo” özelliği gösteriyorlar, hem de bir “maskeli balo”.
Doktorların kongreleri bir sosyal iletişim alanı olarak da değerlendirmelerinin elbette bir sakıncası yok, sorun kongrelerin kendi merkezi öğretilerinin dışında başka hiçbir görüşe yer vermemek saplantısında. Oysa dinleyici çekebilmek adına “bir sunum bir performans” şeklinde “müzikle harmanlanmış” oturumlar, bilimsel erozyonun sadece yüzeysel görünümü. Esas kısıtlılık yeni düşünce geliştirmeyi beceremeyen bilim camiasının, eskisini ısıtıp ısıtıp önümüze koyarak varlığını sürdürmeye çalışmasından kaynaklanıyor. Bir alanda her yıl trilyonlarca dolar para harcanmasına karşılık neden elle tutulur bir gelişme elde edilemediğini düşünmek, bilimsel düşüncenin ilk sorgulaması gereken şey olmamalı mıdır? “Sen Madrid’e geldin mi?”, “Hayır ben kısmetse önümüzdeki ay San Francisco’daki kongreye gideceğim” diyalogundan öteye geçemeyen bilimsel düzey, bilgi alışverişini de neyin nerde kaça alınabileceğini tartışarak sürdürür.
Bilimin merkezi felsefesi “nullius in verba”, “duyduğuna inanmayacaksın”
Oysa bilim felsefesi “önceden söylenmiş olanları olduğu gibi kabullenilmeksizin bir kez daha sorgulamasını” söyler. “Nullius in verba” olarak adlandırılan bu yaklaşım, Batı bilimsel öğretisinin en önemli kaynaklarından biri olan The Royal Society’nin de “motto” (ilke, temel güdü) olarak kabul ettiği düşünme biçimidir. Yani denemeden, sınamadan, üzerinde düşünmeden, hiçbir kimsenin, hangi yetkili olursa olsun, dediğini doğrudan kabul etmeyin ve inanmayın anlamına gelir. “Nullius in verba” şair Horace’ın Milat’ta kısa süre önce yazdığı “Birinci Mektup”undan alınmıştır; “Bana hangi önderi, hangi üstadı, hangi fikir akımını izliyorsun diye soracak olursanız, [derim ki] Ben kendimi hiçbir ustanın sözüne, düsturuna, hazır reçetesine bağlı olmadan fırtınaya bırakmışım.” The Royal Society 1660’da kuruldu. “Nullius in verba” 1663’te Kral II. Charles tarafından onaylandı, kral ayrıca Royal Society’nin kuruluş beratını imzaladı. Newton 1703-1727 yılları arasında Royal Society’nin başkanlığını yaptı. Royal Society’nin dergisi “Philosophical Transactions”in ilk sayısı 1665’de çıktı ve yayına hala devam ediyor.
Bilim ilerleyemiyorsa paradigmanın baştan sorgulanması gerekir
Buna karşılık The Royal Society bile günümüzde kendi kuruluş ilkesini unutmuş görünüyor. Başta tıp olmak üzere, hangi alanda olursa olsun, yapılan onca araştırmaya rağmen, elle tutulur ilerleme olamıyorsa, dönüp paradigmanın (genel geçer kabul edilmiş kavramlar bütünü) en baştan sorgulanması gerekir. “Kanser bir dokudan çıkar ve yayılarak metastaz yapar”, peki o halde romatizmanın art arda farklı eklemleri tutması da romatizma metastazı mıdır? “Diyabet küçük damarları tutar”, peki özellikle ayaklarda görülen bu durum, ellere giden damarların daralamayacak kadar geniş kanalları olduğuyla mı ilişkilidir? “Kıtalar her yıl santim santim kayarak birbirinden ayrılmıştır”, peki özellikle Batı kıyılarında görülen sıra dağlar arzın derinliklerinde yerküreye mi bağlıdır? Velhasıl tak etti canıma bu maskeli balo ve onun sahte yüzleri.
Not: Başlık Murathan Mungan’ın Maskeli Balo adlı şiirinden alınmıştır.