Bilimin gelişimi genellikle doğanın süregelen kanunlarının anlaşılmasıyla, daha doğrusu farkına varılmasıyla hızlanır. Yani o “durum” zaten vardır, hatta günlük yaşamımızın bir parçasıdır. Derken bilgi ve merak sahibi birileri çıkarak etkisinde olduğumuz bu durumu fark eder ve bununla ilişkili doğa yasalarını tanımlar. Yasaların tanımlanmasının ardından konu ürüne dönüştürülebiliyorsa, bu kez işin içine sermaye ve endüstri girer. Örnekleyecek olursak, Arşimet’in hamamda yıkanırken suyun kaldırma gücünü bulması onun gözlem yeteneği ve merakının olağan bir sonucudur, ama gemilerin yapılmasına pek etkisi olmasa da, “zamanı gelince”, yani yüzyıllar sonra balon ya da zeplinin geliştirilmesinde şüphesiz önemli bir rol oynamıştır. Newton’un yer çekimini fark etmesi de ağaçtan ürünün toplanmasını kolaylaştırmak gibi bir işlev görmemiştir. Ancak yerçekimi kanunlarını tanımlaması gezegenlerin hareketlerinin anlaşılmasını sağlamış, çok daha ileri zamanda ise yörüngeye uydu yerleştirilmesine imkan tanımıştır. Verdiğimiz bu iki örnek herkes tarafından bilinen klasik bilgilerdir, ancak insan aklı nedense bu iki bilim adamının “aslında var olan”, yani bildiğimiz kayıktan, yere düşürdüğümüz eşyaya kadar sürekli tezahür eden iki durumun “sadece farkına varmış” olduklarını daha az idrak eder. Kayık Arşimet’ten önce de kullanılmaktaydı, Newton’dan önce de sayısız elma yere düşmüştü. İşte “farkına varma ve algının değişmesi” şeklinde ortaya çıkan bu duruma “aydınlanma” adını veriyoruz.
Buluşların ana kaynağı doğadır, ama merak ve gözlem becerisine dayanır
Daha yakın zamandaki buluşlar da yine benzer özelliği gösterir, ancak özel bir alanda çalışma ve belli düzeneğin oluşturulmasıyla ortaya konabilirler. Örneğin elektrik akımının varlığı ilk kez elektriksel deşarj yaratan balıklarda gözlemlenmiştir. İnsanın duyularıyla son derece “nahoş” algıladığı bu durum, gözle görülmeyen, ama hislerle ya da düzeneklerle saptanabilen bir başka doğa olayının bulunabileceğini göstermiştir. Bu akımın metallerle iletilebileceğinin fark edilmesinin ardından, Faraday’ın elektromanyetik uyarılmayı tanımlaması çok uzun bir zaman almamıştır. Oysa manyetik alanın var olduğuna ilişkin gözlem ve uygulamalar alsında “pusula” olarak çok eski zamanlardan beri bilinmektedir.Elektromanyetik indüksiyonun alternatif akıma dönüştürülmesini ise Tesla’nın geliştirdiği üç fazlı indüksiyon bobinlerine borçluyuz. Bu aşamaya kadar saydığımız buluşların hiçbiri bulana prestij ve konum dışında önemli maddi kazanç sağlamamıştır. Tesla yaşamını bir otel odasında ve yoksulluk içerisinde tamamlamıştır. Ama buluşunun ticarileşmesiyle General Electric doğmuştur. Bugün yaşamımızın vazgeçilmez iletişim ağı da Tesla’nın elektromanyetik dalgaların iletilmesi ve alınması alanındaki çalışmalarının uç ürünleridir.
Bilimsel ilerleme ve medeniyet farklı kavramlardır
Bu anlattıklarımız çerçevesinde dikkatinizden kaçmaması gereken nokta, büyük buluşların aslında var olanın fark edilmesi şeklinde gerçekleştiğidir. Günlük yaşamımızda fark etmeden içerisinde olduğumuz, etkisinde kaldığımız ve hatta bilmeden yararlandığımız pek çok doğal süreç olduğunu var saymamız yanlış olmayacaktır. İnsanın doğal parçası olarak doğup yaşadığı bir durumun ayırtına gitmesi yüzyıllar, hatta binyıllar bile alabilir. İçerisine doğulan ve olduğu gibi “dayatılan” kavramlar bütününün (daha doğrusu kabullenmelerin) yeni baştan sorgulanması ise çok zordur. Öncelikle meraklı olmayı gerektirir, ama buna mutlak bir arayış eşlik etmelidir ve sorgulamanın yapılabilmesi için etraftaki uyaran miktarının çok az olması da bir önkoşuldur. Arayış tasavvuf alanında gerçekleşiyorsa, bu önkoşul inziva olarak adlandırılır. Son olarak şunu ekleyelim, bütün bu buluşlar ve bilimsel ilerlemelerin “uygarlık” denen kavramla hiçbir alakası yoktur. Uygarlık (medeniyet) teknoloji değildir; sabah karşılaşılan birine “günaydın” demek, elinizdeki çöpü yere atmamak, içeri girmeden önce kapıyı vurma nezaketini göstermek uygarlıktır. Geri kalan teknolojik olanaklar, aslında sadece işimizi kolaylaştıran süslemelerdir.