İnsanoğlu bir gariptir, aslında pek çok şeyi gözlemler (aklı gerektirir), hisseder (duyuya tabidir), ama gelin görün ki anlamlandırmak söz konusu olduğunda zorlanır. Başarılı olduğu durumların iki örneğinin yer çekiminin fark edilmesi ve kaldırma kuvvetinin anlaşılması olduğunu daha önce anlatmıştım. Sorun bunun gibi idrak edilmeyi bekleyen başka durumların da var olup olmadığındadır. Hepimizin dile getirdiği ruhun varlığı ya da altıncı his kavramı da aynı sınıfta yer alır. Bu tür kavramlardan bahsedilmesi onların “uhrevi” kaynaklarda bildiriliyor olmalarına dayanmaz. İnsan bunların varlığına dair bir şeyleri hisseder, ancak modern bilim “ölçülebilirlik” üzerine kuruludur. Bir şeyin var olduğunu, ancak ölçülebiliyorsa kabul eder. Fiziksel evreni oluşturduğunu düşündüğümüz atom altı parçacıklar gibi pek çok kavram da aslında doğrudan gözlenemez, ancak ölçüm metodunun dolaylı verileri belli mantık içerisinde birleştirilerek varlıkları kanıtlanır.
“Ölçülen” ve “hissedilen” ikilemi zamanı da kapsar mı?
Oysa fiziksel dünyaya ilişkin algılarımızı kabullenmelerin kıskacından kurtarabilirsek benzer bambaşka örneklerin de söz konusu olduğunu görürüz. Bunların bir kısmı “ölçülen” ve “hissedilen” nitelendirmeleriyle karşılık bulur, en bilindik örneği kuşkusuz hava sıcaklığıdır. Hava sıcaklığını meteoroloji ölçerek bildirir, ama ajanslar bir de “hissedilen sıcaklık” ile birleştirir. Temel olarak ifade ettiği aslında açıktır; bilimsel yöntemlerle saptadığınız sıcaklık, sizin hissettiğiniz olmayabilir. Aslında bu algı farklılığını metale temasımızda da yaşarız. Oda içerindeki herhangi bir metal kuşkusuz odanın sıcaklığındadır, ama dokunduğunuz zaman daha soğuk olduğu hissine kapılırsınız. Bu metalin sıcaklığı daha iyi iletiyor olmasından mıdır, tartışılır. Benzer ikilemlerin sosyal ve duygusal kavramlar için de örnekleri vardır. Çok güvenilir olduğu zannedilen biri aslında öyle olmayabilir, siz bu çelişkiyi garip bir şekilde konuşmasının tonundan hislerinizle anlarsınız.
Algıların yanıldığı bir başka durum da zamanın hızıdır. Biz zamanın hep sabit hızla aktığını var sayarız. Einstein’ın izafiyet teorisi zamanın göreceli olduğunu fiziksel olarak ifade etse de, bizim algıladığımız elbette başka bir şeydir. Can sıkıcı durumların uzun sürdüğü ya da eğlenceli saatlerin hemen tükendiği algısından farklı bir şey; haftaların günler kadar hızlı aktığı hissi herkeste benzer şekilde ortaya çıkar. Bu durum bizim gündem değiştirme hızımıza mı paraleldir, doğrusu bilinmemektedir, ancak söyleyebileceğim zamanın hızlanması algısının ortak olduğudur. İşte bütün sorun da buradadır. Madem biz objektif bir ölçüm cihazı değiliz, dış dünyadaki olayları hissederek algılıyoruz, zamanın algılamasında da “hissedilen zaman akış hızı” diye bir kavram neden olmasın?
Zaman insan aklının koyduğu bir kavramdır
Batıni öğretiye göre zaman zaten yoktur, her şey tek andır ve Levh-i Mahfuz olarak adlandırılan saklı levhaya kaydedilmiştir. Pek çok Batıni kavram gibi bu da doğru görünmektedir. Çünkü bugün bile, yaşayanların algısını bir yana koyarsanız, “zamanın hiç olmadığı” düşüncesini dışlayacak bir durum aslında söz konusu değildir. Yani gezegenlerin yörüngeleri üzerindeki tekrarlayan hareketleri, kaydettikleri mesafe, pulsarların ritmik atışları, dünyanın kendi etrafında dönmesi, hepsi bizim kurduğumuz saat mekanizmasının temelini oluşturan doğal olaylardır. Zaman aslında bizim “doğmamız, büyümemiz, yaşlanmamız ve en çok da unutmamız” çerçevesinde vardır.
Bugün yeni yılın ilk günü, bizim oluşturduğumuz takvim sisteminin bir başka başlangıcı. Dünü dün yapan, yarının geleceğine bizi inandıran tek gerçek bugün, daha kesin bir ifadeyle “an”dır. An, zamana dair var olduğu şüphe götürmeyen tek kavramdır. Sağlıklı, mutlu ve elbette huzurlu bir 2014 diliyoruz.