Bizim modernleştirilmiş yaşam algımız elbette kendiliğinden oluşmamıştır. Olayları akıl süzgeci ve göreneğinden geçiremeyen her birey, sağcısı, solcusu, fikren bir şekilde onlara sunulan rol modellere binaen şekillenir. Sistem bunu doğrudan değil, bilerek ya da bilmeyerek, dolaylı yapar. Cennetten “kovulmuş” olmasının bir doğal sonucu olsa gerek, insan önemsenmek zaafıyla donatılmıştır. Dünya görüşünün şekillenmesinin henüz yeterli olamadığı dönemde bile, bu önemsenme gereksinimi masallarla ya da günümüzde daha çok dizilerle mükemmelen anlatılır. Dünya görüşü oluşmaya başladığında ise daha çok şekilsel bir “önemsenme kopyası” ortaya çıkar; kimlik ifadesi dış görünüşe, hal ve tavırlara yansır. Oysa hangi dünya görüşünden olursa olsun temel özellikler bellidir: Mesela “yanlışa ve haksızlığa karşı durulmalıdır, birilerinin ezilmesi şahsi menfaatlere üstün tutmamalıdır. Yaşadığı, onu barındıran ve büyüten toprakların kıymetini bilmelidir. Bilgili olmalıdır, önemsenme hissini sadece karşısındakinin şükran duygularıyla (o da belli etmeden) gidermelidir”. Bunu yapamıyorsa, esneme başlar, meşrep genişler. “Kar ve çıkar amaçlı düzenin” böyle bir kimlik üzerinde hakimiyet kazanması asla şaşırtıcı değildir.
Bir metanın ya da kavramın endüstrileşmesi elbette “kendi kendine doğal bir sonuç” olarak da gerçekleşir. Atsız arabaların icat edilmesi, patlar sistemli motorların geliştirilmesine bağlıdır. Motor petrolü doğrudan yakamadığından, yani ham petrol böyle bir patlama yetisine sahip olmadığından, çarkı çevirebilecek, torku oluşturabilecek enerji seviyesine rafine edilmesi kaçınılmazdır. Bu durum otomotiv ve ayrılmazı olan petrol endüstrisinin doğmasıyla sonuçlanır. Ne var ki, ortaya çıkan enerji bileşeni orada durmaz, beraberinde başka endüstrileri de doğurur. Otomobil başlangıç gibi görünse de, buhar gücünün keşfedilmesi, yani kömürün kullanılması, gemilerden tekstile, makinelerin yaygınlaşmasıyla karşılık bulur; iş gücünün (emek) motorlara devrinin yolunu açar. Harcanan enerji ve kazanılan emek, eğer kültüre çevirebiliyorsanız, fazlasıyla kabul edilebilirdir. Ancak makineler ve enerji aynı zamanda kapitalin çocuklarıdır, yeniden kapitalize eder, zamanla bütün iş kollarının kapısına dayanır.
Zayıflamış mantığın yeni zemini aşırı hijyendir
Kazanma hırsı ortaya çıkınca, mantık artık fazlasıyla zayıflamıştır. Bu kadar zayıflamış bir mantığın üzerine oturtulacağı yeni bir zemin gerekir, o noktada da “bilimin saflığı” devreye sokulur. Gözle görülmediği için kimse tarafından kolay algılanamayacak ve risk alınmaması gereken başka kavramlara ihtiyaç vardır. Örneğin “önce hijyen” bilinci oluşturulur. Olması gerekenden çok daha fazla hijyen dayatılır. Madem insanlar yüzyıllar boyu enfeksiyon hastalıklarından çekmiştir, o halde hijyen koşulsuz şarttır. Tuvaletin su ve sabunla temizleneceği çok iyi bilinse bile, “kimyasalların kullanılması (şartlı şurtlu temizlik!) işi garantiye alır; dişlerin fırçalamayla arındırılacağı açık olsa da, bunun “hijyenik solüsyonu” benimsetilir. Bulaşık makinesi üretimi fazlasıyla ucuzlamış olduğundan, yeni sorun makinenin borusunun kireç tutması, tabak çanağın kokusuz ve parlak olmasıdır. Hiç kimse “eskiden ne yapıyorduk ki” diye bakmaz, gözle görülmeyen düşmanlar ve kireç tehdidi yeni açmazlardır. Dolayısıyla her endüstri beraberinde yeni yeni endüstrileri biriktirir.
Dünyanın önde gelen işletme okullarının tek başarı kriteri kar maksimizasyonudur. “Bir kar daha fazla nasıl artırılabilir”, elbette “makinelerin hiç olmadıkları (olmaması gereken) yerlere de pazarlanması” imdada yetişir. O zaman tarım, gıda gibi biyolojik alanlardaki asgari hijyen algısını “hiç mikrop içermeyen, steril ambalaj” mantığına doğru genişletirsiniz. “Hal-bu-ki”, gıda da mikrobun biyolojik mantığını içerdiğinden, yaptığınız işlemden, benzer şekilde “doğallığını kaybederek” çıkar. Basit bir hijyen ve soğuk zincir hevesinden, steril ve asla bozulmayan bir şey üretimine yönlendirilirsiniz. Sağılmış taze sütü soğuk zincir ya da güğümle tüketiciye ulaştırmak (bir taşım kaynatmak) yerine (ki bu yöntemle şişelediğiniz süt de buzdolabında yine bir hafta dayanır); elinizdeki sıcaklık değiştiricileri ve ambalajı satmak uğruna, önce yağını alır (seperasyon), sonra kalanı kırar (homojenizasyon), 140 dereceye ısıtır (UHT), 4 dereceye soğutursunuz (chilling). Yani enerjiyi sıcaklığı artırıp indirmek için defalarca kullanarak (co-generasyon) bir başka balon şişirirsiniz. Bunu sağlayan kilometrelerce çelik boru ve makineler de yine HACCP ya da CIP mantığıyla temizlenmek zorundadır. Küçük üreticinizin bütün ürününü “merdiven altı mikrop saçıyor” diye yaftalamaktan tutun (Ayşe Teyze, Derya Abla), “ekonomiyi kayıt içine aldık” söylemine dek (Şükrü Amca) elinizde çok makul görünen bir dizi söylem zaten hazırdır.
İlginç olan, işbu endüstriler silsilesi sanmayınız ki kasten geliştirilmiştir. İnsanların önemsenmek kaygıları hep birinci sırayı tutar. Kimi kongrelere gittiği için kendini önemsenmiş hisseder, kimi ortaya çıkardığını zannettiği sanal ekonomik değerin büyüme büyüsüne kapılır, kimi de “halkın sağlıklı hijyenik ürün ihtiyacını giderdiğine” inanır.
Kutuların patlama basıncı
Ta ki birileri çıkıp işin mantıksızlığını, “yani mikrobu kıran enerjinin besini de kıracağını”, bunun özellikle “bizim” beslenme geleneğinde sürdürülemez olduğunu söyleyene kadar…
Ayrışma noktasında, her şeye rağmen duyarsız kalanlar için yapılabilecek bir şey yoktur, bunlar halkı zaten dikkate almaz, Auschwitz zihniyetindedirler, “yüce çıkarlar uğruna”, asla ve katta etkilenmezler, her yol mubahtır.
Dünya görüşünün sola çark etmiş olduğunu düşünenler çok kıvrak davranabilir, en babası bile “halkın sağlıklı ucuz protein ihtiyacını gidermek lazımdı” esnekliğine yatar.
Daha dirayetli olduğuna inandığım sağ cenah için ise durum çok vahimdir. Bir anda aslında aldatılmış olduklarının ayırtına giderler, artık köreldi zannettikleri erk tomurcukları uyanıp çok ciddi sızlar.
İşte “sıcaklık değiştirici kelimelerle” deştiğim o sızı, “bir ülkeyi toptan ambalajlayabileceğini” zanneden kutuların patlama basıncıdır.
Neyse ki sistem modülerdir (endüstrimiz yine seçenekler sunar!); biraz bağrış çağrış, basınç ve kutu ünitesi sökülür, cam şişeler gelir, sütten geri emilen enerji ve kutudan sağlanan tasarruf bu kez beslenmeye ve istihdama sarf edilir.
Malum Varoluş Kanunu’dur, “değerler Bir’dir ve ne kadar ayrıştırsanız da toplamı değişmez”; yüklenen götürür ya da mecburen birimlere küçülüp yerelleşirler (de-santralizasyon, söylemimde hiçbir değişiklik yoktur).
Bu durumda da kimse kaybetmez, ama memleket, halk, mutlaka kazanır.