Biz bugünümüze baktığımızda elbette bizi bugüne getiren nedenlerin “geçilmesi gereken doğal yol” olduğunu düşünüyoruz. Örneğin günlük yaşamımızın temel enerji kaynağını elektrik oluşturuyor, biz de son yüz yıldır yaygınlaşan elektrik sistemlerinin mevcut uygarlığın temel dürtüsü olduğuna inanıyoruz. Oysa uygarlık tarihinin temel dönüm noktaları mevcut araştırma yönüne doğru gelişir. Yani sistemin kuruluşuna büyük katkıyı yapmış olanlar, açık ara Nikola Tesla, Thomas Edison ya da Guglielmo Marconi, o zamanki araştırma alanlarını elektrik değil de başka bir enerji formu üzerinde yapmış olsalardı ve elbette bunu destekleyen bakır madenleri de olmasaydı, dünya bugünkü halinde şekillenmeyecekti. Tesla’nın elektriği kablosuz iletebilme başarısı zaten bilinmektedir, ama bakır da satılması gerekiyordu, zira endüstriler ve ekonomik döngü gerekli ya da gereksiz iş hacmi üzerine kuruludur. Yaşı yeterince tutanlar hatırlayacaktır, eski kabloların içinden beyaz bir toz çıkardı, yani asbest yalıtımın doğal unsurlarından biriydi. Dolayısıyla değil bakır tel, bunun izolasyonu bile başarılamamış olsaydı, bugün başka koşullarda yaşıyor olacaktık. Şekillenmenin yönü ve kapsamı tamamen o zamanın koşullarıyla belirlenir. Birden fazla ilerleme yönü olasılığı varsa, sermaye bunlardan en karlı olanı değil, ekonomik hacim açısından en büyük ve en uzun ömürlü olanı tercih eder, tıpkı patlamalı motorlar gibi.
Bilim teknolojik ortam çerçevesinde şekillenir
Benzer şey ne yazık ki tıp için de söz konusudur, gelişme biyolojinin daha iyi anlaşılması üzerine değil, geliştirilen teknolojik olanakların uygulanması üzerine kuruludur. Otomasyon biyokimya incelemelerini çok kolay hale getirir, dolayısıyla doktor uzun tetkik kağıdını tepeden sona kadar çizerek, hiç elemeden tek hamlede işaretleyebilir. Boyun muayenesi yapmak yerine ultrason istemek, karnı nasıl olsa iyi muayene edemeyiz (ya da zamanımız yok) mantığıyla bilgisayarlı tomografiye emanet etmek ilk akla gelen örnekleridir. Buna karşılık kişinin neden sürekli şişkinlik çektiği ya da kaşıntılarının gece arttığı elbette anlaşılamaz. Zira elektrik tabanında geliştirilen tetkik sistemler görüntünün alınmasına odaklıdır, işlevi ölçmez.
Bu durum biyoloji denince moleküler tıbbın anlaşılmasının da temel gerekçesidir. Bugün yeni mezun olan parlak zekalara “ne olmak istiyorsun” diye sorduğunuzda çoğunun hayalinin genetik olduğunu görmemiz şaşırtıcı değildir. Biz nasıl ilkokuldayken astronot olmak sevdasına düştüysek (en zor görünen aya gitmekti), bugün de en çekici görünen DNA’nın sırlarını çözmektir. Ortada bir sır olup olmadığı, çözülmesi durumunda ne olacağı tamamen tartışmalıdır. Ama bize nasıl hiçbir astronot “ya boşuna heveslenme, ayda aslına görülecek bir şey yok” demediyse, onlara da kimsenin DNA parçacıklarıyla uğraşmalarının hayli sıkıcı olduğunu söylemesini beklemiyoruz.
Hiyerogliflerden Enigma’ya düşünce hep kendini tekrarlar
Peki madem elektrik ve DNA için durum böyle, neden ısrarla bunları okumayı sürdürüyoruz. Başkalarının gerekçelerini doğrusu hiç tartışmadım. Ama benim kültür dışında iki temel okuma gerekçem var. Birincisi olayları buraya sürükleyen, yani elektrik enerjisinin ya da DNA’nın bulunmasından internet ağ tabanlarına dek geçen süreci anlamak, olaylar silsilesini, yani bilim-sermaye dinamiğini kavrama şansı veriyor. Beri yandan ortalama bilgimle neyin nereye kadar gidebileceğini tahmin etmek de artık çok zor görünmüyor (daha küçük, daha hızlı, daha kapsamlı, ucuzlamaları için mekanik aksamdan tamamen arındırılmış, ama artık pratik açıdan kullanılamayacak kadar detaylandırılmış yazılımlara sahip, ticari durumu da “moda” kavramıyla kurtarabilen tekno-program bileşimleri). Nasıl prototipler yola çok pahalı çıktılarsa, bunlar da kiloyla alınan, programı bedava verilen mevsimlik özelliğe bürünecekler (büründüler demek daha doğru).
Fakat farklı bir şey daha var, saf düşüncenin bunların içindeki form değişimi. Çalışma prensibi olarak baktığınızda abaküs ile Facit kollunun (mekanik hesap makinesi) ya da bilgisayarın işleyiş prensipleri aynıdır, farkları materyal belirler. Benzer şekilde Mısır hiyerogliflerinin ve Alman kripto cihazı Enigma’nın kodlama prensipleri de aynıdır. Yani çağlar içerisinde form farklı farklı ortaya çıkabilse de, ide’ler (düşünce) tekrarlar. O halde siz DNA’nın çalışma prensibini anlamaya çalışırken bunun tarihin bir yerinde zaten farkına varılmadan kullanılmış olabileceğini de kabul etmek zorunda kalırsınız. Doğası gereği, hiçbir canlı Varoluş’un ötesine geçemez, ama hep tekrarlar.