Sene 1965 ya da 1966’ydı. Divan’ın yanında o zamanlar Ünver Oteli vardı, ama henüz birleşmemişlerdi. Berber Stelyo Kör Hasan’la çalışırdı. Garo, Bernardo ve ağabeyi Yorgo, Ahmet, Temel ve Halis ve manikürcü olarak Sultana bilinirdi. Berberler yaşamlarımızın ortak paydasıydı. Mesela Temel’in dükkanında sekiz koltuğu vardı, esas marifeti süper bıyık yapardı, baş müdavimleri İstanbul’un emniyet müdürü erkandı.
İçlerinde Stelyo Ekonomidis hepsinin ustası, Vehbi Bey, mahdumu Rahmi, Faruk Süren, Raif Dinçkök, mahdumu Ali, Erol Simavi, Ercüment Karacan, dahası Sahir Erman, Musevi camiası Hahambaşı yardımcısı Moşe Hoca ve niceleri müşterisiydi. Fahrettin Aslan, o zamanlar sarı Chevrolet’sini Behiye Aksoy’a vermemişti; yedide gelir, sekizde gazinoya giderdi. Bugün gelenek olan Rebul Lavantası, sadece iki eczanede satılırdı, ama onun dükkanında vardı. Aldığı ücretten bir tek Vehbi Bey huylanmıştı, tam on beş lira borçlanmıştı. Hatta öğrendiğinde mahdumu Rahmi’nin bu ücreti verdiğini, “o verir elbet, onun babası zengin” deyip kesmişti, manda gözü 2.5 lira Stelyo’ya yetmişti. Derken yollar ayrıldı, Stelyo Karaköy’deki dükkanı ve Rahmi Bey’i Halis Tente’ye devredip, Yunanistan’a gitti. Lakin Rahmi Bey yolu düştüğünde saçını hep ona kestirdi.
Çünkü en büyük zenginlik dostluk ve kardeşlikti. Nitekim babamın Alpaslan Amca adında bir hakim arkadaşı vardı. İnsanın belli bir yaştan sonra dost biriktirmesi zor olsa gerek, Alpaslan Amca mevcut en yakın arkadaşıydı. Hayatının önemli kısmı evinde geçen babam, nadiren arkadaşına refakat eder, akşam dışarı çıkardı. Bazen de Rahmi Koç’un konuğu olurlardı bildiğim, Alpaslan Amca Rahmi Bey’in çocukluk arkadaşıydı. Ben o zamanlar ne Koç bilirdim ne de Divan, babamın takım elbise akşam misafirliklerine aldırmazdım. Ama çok iyi hatırlarım, gün gelip Alpaslan Amca’nın da annesi vefat ettiğinde, bilmem Rahmi Bey katılabilmiş miydi cenazesine, babam eve döndüğünde elinde Divan’da sardırılmış mevlit şekerleri vardı. Çünkü hayatın farklı bir algısı vardı. Vakko o zaman da Vakko’ydu, ama Vitali Bey hep tezgahın arkasında dururdu.
Koç’un Koç olduğunu anlamam su içinde bir yirmi yılımı daha aldı. Yeni kurulan bir cumhuriyet, kendi olanaklarıyla ilk kez araba yapmıştı. Buzdolaplarının sayısı artıyordu, tel dolap gün geldi bizde de unutuldu. Derken çamaşır makinesi çıktı, anneme üç kez alsam da, asla kullanmadı. Nitekim babam da derdi, “annem suyla oynamayı severdi”. Fakat çok daha fazla zaman geçip dünyam şekillenince, yaşım herhalde kırkı bulmuştu, zenginliğin ne olduğunu ancak idrak ettim. Ne sokağa çıkmanızın bile risk yarattığı bir servet, iki laf edecek Alpaslan Amca gibi arkadaşlar zaten seyrek, ne borsa, ne ödenecek maaşlar, ne de ekonomik kriz ihtimali, çocuklar zengin olmanın en büyük riskleriydi. Onlara sunulan uçsuz bucaksız servet, berberdeyken “onun babası zengin” deyip geçiştirebilseniz de, işten el ayak çektiğinizde korkularınız olacaktı. Mesele servette değildi, bunu dizginleyebilecek kültürlü ve müşfik veliahtlara ihtiyacınız vardı.
Nitekim Cumhuriyet’in birinci kuşağı Cumhuriyet ilkeleriyle büyüdü. Onların çocukları olan nesil, tahsillerini Avrupa’da sürdürdü. Ama savaş bittiğinde, yani yeni imparatorluk Avrupa’ya genişlediğinde, tahsil etsin diye mecburen Amerika’ya gönderilenler, zenginliği sadece parayla, başarıyı hırsla eşleştirdiler. Birbiri ardına palazlanan Anadolu kaplanları, heyhat, kurucu neslin ruhunu ne kadar da çabuk yitirdiler. Finansal tabloların büyüme ve kar bilançoları, tutturulması gereken hedefler, ama hiç sahip çıkamadıkları baba kültürleri ve paraya gömdükleri insanlıkları, kazanmak dışında hiçbir şey önemli değildi. Nitekim paçalarından akan görgüsüzlük, köşkleri ya da malikaneleri, Behiye Hanım’a yadigar, hiç bilmedikleri arabaların koleksiyonlarını kurdular. Altınla kaplattıkları klozet takımları, Londra’daki müzayededen telefonla kaldırdıkları tabloları, dibine kadar kültürsüzlüğü örtmeye yetmedi. Gelir sıralamasında edinilen yerler, milyar dolarla ölçülen kişisel servetler, görgü ve kültür denilen hassanın kırıntısı bile etmedi. Çünkü kültür başka bir şeydi, tamam Rahmi Bey de ilk sanayi müzesini yeni kurmuştu, ama sergilenenlerin çoğu, envai çeşit sanayi amaçlı maket, Atatürk’ün sürdüğü traktör, en az elli yılda oluşturulmuştu.
Nitekim Vehbi Bey anılarında yer verdiği mektubunda oğlu Rahmi Bey’i şöyle uyarıyordu: Mustafa Ram’da çalışıyor. Ömer’i Alpay Bağrıaçık Bey’in yanına vermişsin. Ali’yi de RAMERİCA’ya verdin. Bu çocukların iyi yetişmeleri şart. Fakat onlara “Rahmi Koç’un oğlu’ muamelesi yapıldığını görüyorum ve çok üzülüyorum. İstedikleri yere, diledikleri seyahati yapabiliyorlar. Kimse sesini çıkaramıyor. Müdürlerine özel olarak mektup yazman lazım. Mesela Mustafa için, “Oğlum Mustafa Koç şirketinizde çalışıyor. İyi yetişmesi için Mustafa’nın diğer memurlar gibi işe muntazam gelmesi-gitmesi ve verilen vazifeyi hakkıyla yapması lazım. Kendilerine hiçbir şekilde Rahmi Koç’un oğlu muamelesi yapılmaması icap eder. Mustafa hakkında her 3 ayda bir bana gizli olarak bilgi vermenizi rica edeceğim.”
Velhasıl bugün maddi servet sahibi saydıklarınızın aslında üç kaynağı var. Çok azı topraktan varlıklılar. Bir kısmı mafyadan devşirmeler, lakin mertlik vasfını çoktan yitirmiş ilişkiler, siyaset zemininde filizlenen kuleleri kurdular. Sadece küçük bir kısmı gerçekten ürettiler, onların da çoğu insanlık vasfını tükettiler. Nitekim biz ne zenginler gördük; demirden örülmüş koskoca adamlar, azarı işitince telefonda ağladılar da, onlar kırıldı, ama esas biz çok üzüldük. Ve hatta zamanında Kasımpaşa’dan aslanlar gibi tek başına çıkanlar, bugün telefon hattının öbür ucunda da olsalar, zırhlı arabalarının arka koltuklarında biçare mahpuslar.
İşte o yüzden Divan; Taksim gaz, gözyaşı, feryat figan; o haziran vakti kapılarını açtığında, paraysa para, servetse servet ve siyasetse siyaset; esas kültür, zarafet ve cesarete açıldı o kapılar. Kültür başka bir şeydi, Rahmi Bey’deki en büyük servet, Mustafa Koç’u yetiştirmişti. Divan biz bildik bileli hep oradaydı, pastaneyse pastane, kuaförse kuaför, kazandıkça kalplerini kapatanlara inat; kültür, zarafet ve cesaretle şekillendirilmiş bir hayattı.
Demek rastlantı değildi, yılbaşı akşamlarımızın klasik birlikteliğiydi, nitekim ne koltuk, ne tahtırevan, her şeye inat bizi de hep aynı divan pakladı.
Velhasıl Mustafa Vehbi Koç, var olmanın ruhunu hep itinayla sakladı, geçişini saygı ve sevgiyle selamlıyoruz.
Not: İstanbul berber kültürüne ait bilgiler The Marmara Divan Kuaför’ün duayeni Mehmet Erol Bey’den, Vehbi Koç’un sözleri Jale Özgentürk’ün yazısından aktarılmıştır.