Tıbbın bugün bir çıkmaz sokağın içine düşmüş olması aslında şaşırtıcı değildir, ama bu sokak kör bir uçla sonlanmaz, bilakis kendi içinde geçişlerle (labirent) aslında devamlılık arz ettiğini düşündürür. “Tıp ilerlemekte, sürekli yeni bir şeyler bulunmakta, gelişmeler topluma müjdelenmektedir”. Oysa aslında elle tutulur fazlaca bir gelişme yoktur, olması da beklenmemelidir. Peki neden?
- Tıpta aslına 19. yüzyılda sonlanan “saf anlama merakı” yerini “olabildiğince hızlı kazanmaya” terk etmiştir. O zamana kadar ortaya çıkmış olan bilimin büyük bir bölümü zaten betimseldir, özellikle anatomi, gördüğünün Latince terimlerle anlatılmasından oluşur. Bu durum nispeten daha iyi durumda olan fizyoloji (sistemlerin nasıl çalıştığı) gibi alanlar için de aslında çok farklı değildir, yeni terimler üretir ve kitaplarını kalınlaştırırlar.
- Bilimsel gelişme 18. yüzyılın sonunda ivmelense bile, yaşanacak iki büyük dünya savaşı kırılma noktalarıdır. Bu dönem gerek bilimsel üretimin duraklaması, gerekse verimli tartışma ortamının oluşturulamamasıyla sonuçlanır. O dönemlerin başında bilimsel olgunluk seviyesinin doruğuna erişmiş olanların ise yaşam süreleri bildiklerini anlatmaya kifayet etmeyecektir.
- O dönem tıbbı özellikle temel bilim ağırlıklı bir düşünce biçiminin hakimiyetiyle şekillenir. Bunların çoğu sadece doktor değil, aslında temel bilimci, sanatçı ve felsefeci, velhasıl yaşama dair söyleyebilecek çok şeyleri olan kimselerdir. Dolayısıyla “klinik his” (sence de clinique; kapıdan girdiği anda hastanın davranışlarından, renginden, kokusundan, yürüyüşünden, postüründen vb. tanısının ne olabileceğini tahmin etmek/sezmek, kaynak Ekşi Sözlük) denen hassaları da yüksektir. Doktorların her şeyden anlayabilecekleri biçimindeki düşünce bu dönemden kalmadır. Nitekim bu dönem yazılarına baktığınızda “ben böyle düşünüyorum” şeklinde ifade bulan bir özgüven vardır.
- Amerika fikri ve mülki haklar esasında bir uygulama alanı kurmaktadır, dolayısıyla tıp da materyalleşir, zira “ürüne dönüşmüş fikri hakka patent verilebilmektedir”. Dolayısıyla işin felsefesiyle, biyolojinin diliyle ilgilenmenin bir anlamı yoktur, ticareti yapılabilir bir materyal üretilmelidir. Bilim bu algının doğal sonucu olarak “sunulan ürün” (ilaç, DNA kiti vb) çerçevesinde biçimlenir, ana akım kendini hissettirmeye başlar.
Batı biliminin “düzen tutkusu”
İşte İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini hala yaşadığımız sonlanması en çok üçüncü öğeyi ortadan kaldırır, ABD’nin ortalama bir aksiyon filminde bile rahatlıkla algılayabileceğiniz düzen tutkusu tıbba hakim olur. Aslında şaşırtıcı değildir, “dünyada Doğu’dan Batı’ya gittikçe düzen hakim olmaktadır”; yani Doğu coğrafyasının olaylar karşısında “o anlık tutum alma” becerisi, Batı’da “önceden belirlenmiş çerçevenin dışına taşamama” şeklinde kurgulanmıştır (bunun nedenleri uzun bir irdeleme konusudur, ABD’nin kurucu gücünün Avrupa’dan kaçanlar, macera arayanlar vb. oldukları düşünüldüğünde, buna karşılık yasa yapıcıların Avrupa deneyimini daha en başından kurallara bağlama eğilimiyle birleştirildiğinde anlam kazanır).
İkinci Dünya Savaşı’nın “hegemonya etkisi”
Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası durumun bize pek anlatılmayan, ama çok iyi hissettiğimiz bir de hegemonya ayağı vardır. Savaş sadece yenenler, yenilenler ve toprak paylaşımı şeklinde sonlanmaz, bilimsel hegemonya ile de taçlandırılır. Mesela ortak bilinmesi gereken dil İngilizceye döner. Terimler dönüştürülür, İngilizce karşılık bulunur, ama anlam yitirilir. Amerika’nın her şeyi tasnif eden, kategorize eden, biyolojik temelini bir türlü anlayamadığı riski öngörebilmek için ilişkilendirerek ölçen düşüncesi tıbba da hakim olur (nedensellik ilişkisi aranmaz; bu bakış açısındaki mantık “metrodaki siyahi adamı sadece terledi diye öldürtebilir”). Tıbbın membaı artık Amerika’dır, en yüksek binaları, en gelişmiş cihazları, en iyi işleyen sistemleri vardır vesaire, vesaire, vesaire.
Nedensellik ilişkisi bir türlü kurulamadığından, mevcut sorunların açıklanması için de bir şeyler uydurulmalıdır; buna da “olağan şüpheliler” (usual suspects) adı verilir.