Fizikte “Belirsizlik İlkesi”, bir fiziksel olayın bütün ayrıntılarının aynı anda ölçülemeyeceği anlamını taşır (parçacığın momentumu ve konumu aynı anda ölçülemez). İlkenin biyolojik ve olasılıkla sosyolojik karşılıklarının bulunduğundan önceki yazılarda söz etmiştik. Peki herkesin gözü önünde olup bitmiş bir olay, biz o olayı daha sonra “tarih” kapsamında irdeleriz, belirsizlik ilkesinden ne kadar muaftır?
Bu kez tersten gidelim, konuyu kendi çıkarımı vererek tartışmaya başlayalım: “Olay ve tarih birbirinden farklı kavramlardır”. Zamanın var olduğu her ne kadar tartışmaya açık olsa da, olaylar bizim müdahalemiz, gözlemimiz ya da başkalarının aktarımıyla bilinç düzeyimize erişerek meydana gelir. Biz olayın göbeğindeki figürlerden biri de olabiliriz, günümüzün iletişim imkanları çerçevesinde “canlı yayın” biçiminde de izleyebiliriz. Ama olay tamamlandığında konunun aktarılması, olayın kendisinden farklı bir şeye dönüşür. Osmanlı gibi arşiv tutma geleneği olan devletler olayları vakanüvislerle kayıt altına alırlar, ancak olay kaydı tutturanın itibarı ya da şahsi özellikleriyle doğrudan bağlantılıysa, kaydın tarafsız olması olasılığı azalacaktır.
Kayıt tutmak kopukluğu gidermez
Örneğin bir kral savaşı kaybettiğinde kendi resmi tarihçisi tarafından ister istemez ya “kahramanca savaşarak kaybetmiş” ya da “düşmanın kalleşliğinin kurbanı olmuş” olarak betimlenecektir. Kralın tutumunun olayla (savaşın kaybı) ilişkisi bizatihi savaş meydanında bulunan biri tarafından bile tam olarak gözlemlenemez, dolayısıyla resmi tarih dışındaki arka bilgi “twitter” mantığıyla şekillenmeye başlar. Herkes kendine ait bir gözlemi paylaşırken, bunlardan kendiliğinden ortaya çıkan sentez “resmi olmayan tarihi” oluşturur. Bu nedenle resmi olmayan tarih de resmi tarih kadar sorgulamaya açıktır, ama “genel kanaat” olarak tecelli eder. İleride bu genel kanaati değiştirecek bambaşka bilgiler ortaya çıksalar bile, ortak hafızaya nüfuz etme şansları yoksa ya da resmi tarih tarafından engellenirlerse biçimlendirici olamazlar.
Resmi tarih “zan” kaygısıyla ortaya çıkar
Olayın ve tarihin ayrı kavramlar olup, birbirleriyle ilişkilerini yitirmeleri ciddi bir sorundur, sürecin gelişimini etkiler. Süreç sıra dışı doğal olaylar hariç (meteor çarpması gibi) insanlar tarafından belirlenir, dolayısıyla olayın biçimlenmesine neden olan şeyler aslında küçük bir topluluğun müdahalesine ileri derecede açıktır. Olayın nereye sürükleneceği, neye dönüşeceği genellikle öngörülemez. Dinamiği yönlendiren küçük topluluk, olayın gözlemcisi büyük topluluk (kamuoyu) tarafından “zan” altına alınma eğiliminde olduğundan, süreçte hakimiyetini kaybetmez ise hemen yeni resmi tarihi oluşturur. Olay ve tarihin birbirinden kopma dinamiği dolayısıyla şaşırtıcı değildir, hafıza oluşturmayacak günlük yaşam, “olay” meydana getirmeyen durgun suları temsil ettiğinden kaydı tutulmaz, o nedenle “gelenek” olarak adlandırılan manzumeyi meydana getirir.
Bize anlatılan ulusal ya da uluslararası tarihin “resmi” özelliği onu olayın kendisinden uzaklaştırdığı gibi, birbirinden de kopartır. Okullar ister istemez resmi tarihi anlatır, ama her ülkenin kendi okulu da kendi resmi tarihini anlatır. Olay ve tarih daha baştan kopma eğiliminde olduğundan, bazı kişilikler damgalanmakla kalmaz, tarihi oluşturan dinamik bütünlüğünü yitirir, uluslararası hukuku ilgilendiren olaylarda mutabakata varılması olasılığı ister istemez çok azalır. Üstelik sanal tarih kurabilecek harika bir mecra ortaya çıkar, kamuoyunun tarih ve durum algısını mesela Hollywood (ana akım sinema ve diziler) yeniden yazar.
Bütün bunları neden anlattım, bugünü Marie Antoinette üzerinden yeniden yorumlamaya çalışacağım, “zoraki Kraliçe’nin Devrim’e binaen ziyadesiyle zorlama idam öyküsü” (hikayenin benim de esas alacağım Vikipedi biçimini şimdiden okuyabilirsiniz: https://tr.wikipedia.org/wiki/Marie_Antoinette )