“Günümüzde yeniden Rönesans olabilir mi?” sorusunun yanıtı bana göre “evet olabilir” şeklindedir, mantığı da açıktır: “Bir kere yeniden doğuş söz konusuysa, bu yeniden de olabilir”. Hatta başka mantıkla ifade edelim, “doğum zaten gerçekleşmektedir, ama toplum bunun gerçekleştiğini farkına henüz varamamıştır”. Her nasıl olursa olsun doğumun kendisi sancılı bir süreçtir, sancı kolay algılanır, ama doğumla sonuçlanacağı akla gelmeyebilir. Bu noktada tartışılması gereken Rönesans için gereken “kritik bilgi birikiminin” yakalanmış olup olmadığıdır. Bilgiler her zamana artış eğilimindedir, günümüzdeki teknoloji bilginin üretimini ve yayılmasını da hızlandırmıştır, ne var ki “kritik bilgi” dendiğinde öyle bir kavram tanımlanır ki, insanların günlük yaşam algılarını, hayata bakışlarını değiştirebilecek özellik göstermelidir.
Aşırı uzmanlaşma kopuk bilgi kümelenmeleriyle sonuçlanır
Bir Rönesans umudu da işte tam bu noktadan filizlenir, çünkü son yüzyılın ana hatası bilgi alanlarını birbirinden tamamen kopartması olmuştur. Bugün hangi alana bakarsanız bakın, hukuktan tıbba aşırı uzmanlaşma, disiplinin bütününde gerçekleşen bilgi kümelenmelerini kendi içlerine hapsetmekle kalmaz, bırakınız başka disiplinlere, aynı disiplinin diğer alanlarına yayılmalarını da engeller. Otomotiv Ar-Ge örneğinden gidelim, arabaların özellikle güvenlik ve konfora yönelik gelişimleri, esas işlevi üstlenen motor donanımına kıyasla dramatik bir ilerleme gösterir. Siz yaklaşınca etkinleşen farlar, kontağı kapatınca hemen sönmeyen iç aydınlatma, kavşağı algılayarak yön değiştiren far huzmeleri bunlardan sadece birkaçıdır. Ne var ki bunların Ar-Ge’si nerede yapılıyor diye baktığınızda, dünya üzerine yayılmış Ar-Ge merkezlerinde çalışan binlerce insanın konunun sadece küçük bir detayıyla ilgilendiğini görürsünüz. Bilgi kümelenmelerinden kastımız da budur, kümelenmeler birbirinden kopuktur; “bütün”, iletişim şebekesinin gelişmesi sayesinde bambaşka merkezlerde “rötuş” düzeyindeki değişikliklerle şekillenir.
Benzer örneği tıp alanında vermek çok daha kolaydır. Tıp biyolojinin mantığının bilinmezliği nedeniyle kavranması zor olan alanlardan biridir. Bitki bilimi (botanik), hayvan bilimi (zooloji) gibi komşu alanlardan tamamen kopmuştur, büyüme dinamiği ise ilaç ve materyal Ar-Ge’sine dayandırılmıştır. Oysa biyolojik sistemler birbiriyle aynı prensiple çalışırlar, dolayısıyla tıbbın gerçekleştiremediği bilgi birikimi (daha doğrusu zorunlu olarak “klinik araştırma” olarak adlandırdığı “deneme-yanılma” yöntemi) aslında diğer disiplinler tarafından çoktan aşılmıştır. Ortada yine birbirinden kopuk bilgi kümelenmeleri mevcuttur, bunların birleştirilmesi sıçrama etkisi yaratabilecektir. Son Rönesans’ı bugünden ayıran temel fark da budur, doğaya ilgi duyanlar neredeyse her alanla ilgilenmiş, senteze varmaları kolaylaşmıştır. O sentezin çok daha fazlasını ortaya çıkarabilecek bilgi birikimi olmakla birlikte, kümenin hudutlarını geçememekte, geçmeye çalışırsa “ama bu sizin uzmanlık alanınız değil” eleştirisiyle karşılaşmakta, atıl bilgi yığınları olarak kalmaktadır.
Bazen sanat bilimi doğurur, bazen de bilim sanatı uyarır
Yukarıda anlatılanlar bilim merkezli bir Rönesans’ı olanaklı kılar, ama gerçekleşse bile sanat ve felsefe bileşeninin nasıl şekilleneceğini cevaplamaz. Özellikle sanat alanında Bach, Mozart, Tatyos Efendi, Yusuf Nalkesen vb. kadar iyileri neden yazılamaz, sorun buradadır. Yazılamamakta mıdır, yoksa alıcısı mı yoktur? Yazılmaktadır, ama topluma mı erişmemektedir? Bir önceki Rönesans sanatla yola çıkmış, bilimle serpilmiş, ama dinamiğini (siyasete de kısmen entegre edilmiş) “fikri mülkiyet haklarına” yaslayarak tıkamıştır. Kim bilir, bir yeni girişim belki de bu kez de belki bilim üzerinden sanat ve felsefeyi tetikleyecektir, doğumun dinamiği ve süreci aslında bileşiktir:
Gamzedeyim deva bulmam
Garibim bir yuva bulmam
Kaderimdir hep çektiğim
İnlerim hiç reha bulmam…