Universe 25 Deneyi’nin detaylarını geçen hafta açıkladık, John B. Calhoun aslında fareler için cennet (ütopya) yaratır; yiyecek ve koşullar tamamen yeterli, üstelik düşman da yoktur. Ama beklenen olmaz, üreme tahmin edilenin aksine yavaşlar ve durur, sonunda hepsi ölür. Sorun bu verilerin insanlara doğrudan yansıtılmasının mümkün olup olmadığındadır. İnsan benzer koşullarda sosyal bozulmadan uzak kalmayı başarabilir mi, aşırı kalabalıklaşmış yaşam ortamında (karşılığı yüksek binaların bulunduğu metropolledir) sosyal yapıyı koruyabilir mi? Biz insanı akıllı kabul ettiğimizden fare davranışının yansıtılamayacağını sanırız. Ancak insan, aklıselim sahibi olmadığı sürece, sadece temel gereksinimler konusunda değil, toplumsal dinamiklerde de hayvanlara benzer. Kuşlara buğday attığınızda yemek için hücum etmeleriyle, dükkan açılışında bir ürünün çok ucuz ya da bedava verilmesinin oluşturduğu izdiham arasında fark yoktur.
Refah içindeki işsizliğin götürdükleri
Deneyin ortamı, sürdürülebilir yaşamın temel gerekliliklerini ortadan kaldırır, “yiyecek ve güvenli barınma için çabaya gerek yoktur”, bunun toplumsal karşılığı aslında işsizliktir. Ortalama gelir düzeyine göre gıdanın aşırı ucuz olması deney koşullarının sanal bolluğunu yaratır, barınma olanağı kısıtlı olanlar şehir dışına çıkar, ama erişim ulaşımla sağlanır. İnsanın yaşam ortamında doğal düşmanı ise zaten kendisidir, nitekim günümüz yaşamının sıkıntıları yine insanların birbirlerini didiklemelerinden doğar. Bunun fiziksel şiddete dönüşmesi gerekli değildir, duygusal şiddet toplumun baskılanması için fazlasıyla yeterlidir. Dertleri, hedefleri olmadığı için (ülkü yokluğu, kedi eksikliği) kendilerini baskınlıklarıyla tatmin etmeye çalışanlar, hiç zararı olmayan çekinikleri hırpalamakla kalmaz, ezik sayısının da artmasına neden olurlar. Nitekim farelerin bebeklerine bakmamaları, birbirlerine şiddet uygulamaları da insan yaşamında “üçüncü sayfa” haberlerini oluşturur. Hayvanların yaşam dinamiğini kurmalarını sağlayan “çabalama ve sakınma” zorunluluğu insanlar için de birebir geçerli görünmektedir. Bu olmazsa toplumsal yapı kolaylıkla çözülür (behavioral sink, çöküş).
Yüksek binaların yol açtıkları
Nitekim insan her şeyin sunulmuş olduğu Cennet’ten de söz dinlemediği için uzaklaştırılmıştır, “toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin” (Yaratılış 3: 17-19). Hatta “yüksek binalar yapmaması gerektiği” de açıkça vurgulanmıştır (Babil’in yıkılması). Ulema bunu “insanın Tanrı katına erişmekten men edilmesi olarak yorumlar, oysa Universe 25 başka açıklama getirir; “binaların yükseltilmesi toplumsal etkileşimi kırmaktadır”. Üç katlı evlerden oluşan bir yerleşkede herkes birbirini tanır, ama kat sayısını artırırsanız karşı komşuyu tanıma olasılığı bile azalır. (“yalın ayak, çıplak, yoksul koyun-keçi çobanlarının binaları yükseltmekte birbirleriyle yarış etmeleri ve böbürlenmeleri…”, Buhari, Fiten: 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/313). Modern yaşam olayları kameralarla saptamaya (engelleme etkisi sınırlıdır) ve güvenlikli sitelerle kontrol etmeye çalışır.
Ama Babil’in bir çıkarımı daha vardır, “diller de karıştırılır”, yani insanlar birbirlerinin söylediklerini anlamaz hale gelir. Aslında bu da gerçekleşmiştir, ortak dilden kastedilen ortak konuşma mevzuudur. Yaşam amacı zaten yok olmuştur, televizyon kanallarının aşırı artması, ertesi gün konuşulacak konuları indirger. Birkaç kanallı radyo-televizyon yayınında ertesi günün konuşma konusu kendiliğinden ortaya çıkar, çok kanallı ortamda herkesin kendi dizisi ve yarışması vardır. Zaten evde de konuşulmamaktadır, toplumsal yapı yine başarıyla çözülür.
Peki hiçbir şeye bulaşmayan, sadece kendilerine bakan, ama üreyemeyip yaşlanarak ölen “beautiful ones” nasıl açıklanmalıdır?