Bu satırlarda daha çok bilimsel konularda yazıyoruz, doğrudan tavsiyelerde bulunmuyoruz, politikaya ise neredeyse hiç girmiyoruz. Bilimsel konularda yazmak güzel şeydir, ancak toplumdaki beklentiyi genellikle karşılamaz. Bu durum günümüze özgü değildir. Bilim aslında meraktan kaynaklanır, ama iki amaçla yapılır; ya önünüzde çözmeniz gereken ya da iyileştirilmesi gereken bir durum vardır, siz bunun üzerinde çalışırsınız. Bir hastalığın tedavisi çözülmesi gereken problemdir, ama cep telefonlarının dokunmatik ekrana geçişi iyileştirme işlemidir. Ne var ki bilimsel merak ve okuma –anlama çabası, çok sınırlı durumda pratik önerilerle sonuçlanır. Oysa okuyucu net bir mesaj bekler, mesela konu onun açısından “şunu yiyin, bunu yemeyin” önermesine indirgenmelidir. Bilim çok fazla değişken üzerinden bir karara varmaya çalışır, oysa okuyucuya çoğu fazlasıyla teknik ve hatta tartışmalı olan bu değişkenlerin anlatılabilmesi olanağı yoktur. Dahası işin bir de bilgi birikimi ve zaman sorunu vardır. Bilimde bir görüş, üzerine eklenen diğer bilgiler nedeniyle değişikliğe uğrayabilir. Bu değişiklik genellikle “ak-kara” kutuplarında bir uçtan diğerine değişmez, lakin gri tonlara dönüşebilir.
Bilimsel görüşün inanca dönüşmesi bünye melesidir
Okuyucu ise bir kere söyleneni kesin kabul etme eğilimindedir. Bir konuda yazarın ya da bilim insanının görüşünün değişmesi “dönmeyle” eşleştirilir. Biz bu nedenle genel kuralın “kendi aklınızın süzgecinden geçirmeden inanmayın” olduğunu sık sık dile getiririz. Zaman içinde görüş değişirse çoğu bilim insanı ilk söylemi terk etmeyi göze almaz, bilakis duruşunu daha sabitleştirir ve hatta uçlaştırır. Böylelikle önce “şunu yemeyiniz, bunu yiyiniz” söylemi “şunu da kesinlikle yemeyiniz” biçimine dönüşür. Okuyucu ise aklının süzgecinden geçirmediği sürece yazarı / bilim insanını bilakis “sözünden çıkılmamsı gereken fetva makamına” dönüştürür. Hatta iş öyle bir noktaya varır ki “Biz falancacıyız, ailecek onu takip ediyoruz, siz hangisine inanıyorsunuz?” şeklini alır. Bu noktadan sonra aslında bilim de bir inanç biçimidir. Yani istediğimiz kadar “bilim mantıklı açıklamalara dayanmalıdır” diyelim, aynen politikada olduğu gibi, bilimin de inanç biçimi ya da dünya görüşüne dönüşmesi insanın bünyesinin bir özelliğidir.
Bu anlattıklarımız sadece günlük yaşam alanında gerçekleşmez, “pür bilim ortamları”, üniversiteler ve kongreler de aslında inanç kutuplaşmasına uğrarlar, zaten bilimin pek gelişememesinin temel nedenlerinden biri budur. Siz bu inanç kutuplaşmasını finanse etmeyi de başarabilirseniz, bilimsel dogmalar ortaya çıkar. Genel bilinen örnek olarak vereyim, moleküler biyoloji de dahil, temel bilimler camiasında evrim teorisi bir tabudur, asla tartışılamaz. Yaratılışçılık bile değil, evrimi reddetmeyen, ama başka biçimde olmuş olabileceğini ileri süren görüşlere de kapalıdır. Bu örnek tıbbın beslenme konusunda anlattıklarından tutun, “alternatif tedavi yaklaşımları” olarak sınıflanan diğer alanlara kadar geçerlidir. Üstelik bilimsel mecra çok teknik ve tartışmalı konuştuğundan, net öneriler getiremediğinden toplumda ortaya çıkan bilgi gereksinimini karşılayamaz.
Söylem toplumda karşılık bulursa müritler ortaya çıkar
Tam da bu ortamda biri çıkıp tersini söyler, savunur, mesajı açısından ikileme düşmezse toplum tarafından çok kolay benimsenir (bunun politikada da karşılığı vardır). Bilim camiası konuyu önce görmezden gelir, sonra rahatsız olur, ama tartışma becerisine sahip değilse bu kez işi hukuki boyuta taşır. Oysa okuyucu için “ye ya da yeme” ikilemi çözülmüş olduğundan geri kalan kısımla zaten ilgilenmez, bilakis uygular, faydasını da görürse yeni inanç biçimi ve müritleri ortaya çıkar (“Sev dedi gözlerim” başlığının nedeni budur). Aslında bilim camiasının iddialara yanıt verememesi rastlantısal değildir, onlar da “bilimsel inanç” sahibi olduklarından aslında konunun özünü tartışmamışlardır; yani “onlara da zaten öyle söylenmiştir”.
“Peki sonra ne olur?”, haftaya devam edeceğiz.