Savaşın zaman içinde özel dinamiğini yaratarak, kendi kendini ortaya çıkardığından geçen hafta söz etmiştik. Bunda iki faktör rol oynar; bunlardan ilki patlama gücünün elde edilmesiyle savaşın ayrılmaz bileşeni olan insan ve cesaret öğelerinin geri plana itilmesidir. Patlayıcılar gübre üretimine benzer işlemlerle elde edilir; yaprak dökücü ilaçlar gibi unsurları da kapsadığında, tarımdaki insan emeğini ortadan kaldırarak barış dönemlerinde de patlayıcı üretimini olanaklı kılar.
Nitekim Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşuyla sonuçlanan iç savaşın kaderi, DuPont ailesinin Fransız Devrimi sonrası göç ettikleri bu topraklarda, daha kaliteli barut yapımı için su değirmenlerini devralmalarıyla değişir (önemli olan hangisi olduğu fark etmez, bir tarafın hakimiyet kazanmasıdır). O aşamada ikinci faktör devreye girer, yani savaşı o ya da bu nedenle besleyenler, kendileri katılmasalar bile savaş döneminde zenginleşerek devlete sızarlar. Nitekim savaş sonlanır ve oynadıkları kusursuz görev nedeniyle Delaware eyaleti DuPont ailesine tescillenir. Bu durum bir anlamda şirketlerin Amerikan devletiyle ilk evliliğidir; devlet politikaları da sonrasında ister istemez bu yeni sanayinin gereksinimleriyle şekillenir.
Savaş ve barış hastalıklarının anlaşılabilir birlikteliği
Hikayenin sonrası da aslında çok farklı gelmez. Birinci Dünya Savaşı martı gübresi kaynaklı patlayıcılar yerine, havadan elde edilen azotun kullanıldığı “gübre türevi” patlayıcıların geliştirilmesini hızlandırır. Havadaki azot iki azot atomunun üç bağla birleşmiş olması nedeniyle ayrışması büyük enerji gerektirir. Bu kez anahtar kişiler Fritz Haber ve Karl Bosch’tur; Haber-Bosch yöntemi sayesinde elde edilen patlayıcı, barış zamanında protein ve nüfus patlamasını olanaklı kılar. Fritz Haber “Savaş sırasında ülkeme, barış sırasında insanlığa aitim” dese de, Yahudi olması nedeniyle Almanya’dan Amerika’ya göç etmek zorunda kalır. İkinci savaşın galibi Amerika’dır, benzer yöntemin tarım alanında kullanılmasıyla hastalıklar ortaya çıkar. Fakat çözüm önerisi bu kez zamanında İtalya Bari’ye atılan gaz bombasının sonuçlarından gelir ve ilk kemoterapi ilaçları böylelikle keşfedilir. Dolayısıyla savaş ve barış birbirini beslemeye devam eder. Vietnam’da kullanılan ağaç yapraklarını döken ilaçlar bu kez tarımdaki ot ilaçlarına dönüşür ve kısır döngü günümüze kadar gelir.
Günümüz savaşların sanayinin ihtiyacından doğduğu düşüncesi yukarıda verdiğimiz örnekler nedeniyle aslında gerçektir. Savaş başlı başına yıkım olsa bile, barış döneminin daralan ekonomisinin genleşmesini sağlayan en önemli maniveladır. Nitekim birkaç yıl önceki ortak zirvede bir lobiciye yarı şaka “ekonomi çok daraldı, sanırım bir savaş gerekiyor” dediğimde, büyük bir sükunetle “evet sanırım haklısınız” cevabıyla teyit edilmiştir. Dahası savaş iç politikalardaki kısırlaşma için de çok iyi bir panzehirdir. Siyasi zaafı gidermenin en geçerli formüllerinden biri dış savaş kartının açılmasıdır. Bu kart kamuoyunun siyasi istikrarsızlığını gidermede hala en geçerli yöntemdir.
Joker’i doğuran adaletsiz süreç
Ne var ki savaşların yarattığı ekonomik atmosfer, toplumsal refah açısından sürdürülebilir değildir. Savaş doğrudan (savaş tüccarları; bunlar genellikle milliyetçi işbirlikçilerdir, savaşın tedarikçileri olurlar) ya da dolaylı (savaşa gönderilmeyenler; bunlar askere alınmadıkları için düzenleri değişmeyenlerdir, ama savaş bitince göze batarlar) yeni zenginler türetirken, beri yanda göç hareketlerini tetikler. Göç bir yanda ucuz işgücü sağlarken, diğer yanda ev sahibi ülke vatandaşlarının işsizliğini körükler. Derken zenginler ve fakirler, önemliler ve önemsizler, idoller ve vasatlar arasındaki makas o kadar çok açılır ki, ortaya çıkan adaletsizlik bambaşka dinamikleri tetikler.
İşte bu Joker’in doğumudur.