Maneviyata ilişkin yazılan metinlerin bu kadar kısıtlı olması şaşırtıcıdır, “geliştiriniz” öğüdünü veren harcıalem gazete yazıları dışında konuyu detaylı incelemiş makale bulmak pek mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte maneviyat konusunun dini unsurlarla ilişkili olmayabileceği düşüncemizin karşılık bulması, bu yaklaşıma “etik hümanizm” adı verildiğinin fısıldanması mutluluk vericidir. Bunu ayrıca okumamız gerekir, ama geçen hafta Adem ve Havva söylencesinden başlayan irdeleme de verimli bir düşünce sistemi oluşturur. Yine de söylence üzerinden yaklaşımın kısıtlılıkları, daha doğrusu içinden çıkılması zor detayları olduğu reddedilemez, zira maneviyat daha iyi tanımlanmış olan “erdem” kavramından ayrıştırılmak zorundadır. Erdemler dürüstlük, alicenaplık ya da vatanperverlik gibi kavramları içerir ve bazıları bu yazıda irdelenecek olanlarla kısmen de olsa örtüşür.
Bir ayrım noktası olarak edilgenlik
Naçizane koyulabilecek ayrım noktası ise erdemlerin isteğe tabi ama eylemsel olmaları zorunluluğudur. Yani biri erdemli olduğunu iddia ediyorsa, bunu eylemleriyle göstermek zorundadır. Oysa maneviyata dair olanlar içseldir, edilgendir ve doğrudan kişinin kendisiyle ilgili olmak zorundadır. Örneğin feragat etmek ve kanaat etmek birbirinden ayrı kavramlardır. Feragat söz konusu olduğunda olası bir durum vardır, istenirse alınabilir, ama alınmaması daha doğrudur (mesela kıdemin atlanmaması gibi). Buna karşılık kanaat etmek söz konusu olduğunda almak, edinmek, bürünmek vb. zaten söz konusu değildir. Elde edilebilecek ile olsa olanla yetinilmesi bir başkasının yararını hedeflemez, kendi içsel derinliğine katkıda bulunur.
Yaratılış söylencesinin anlattıklarından çıkarabildiğimiz iki kavram kanaat etmek ve utanmak olmuştu, buna ne kadar düşünsek de ekleyebildiğimiz madde sayısı üç ya da beşi geçmedi. Bunlardan biri objesinden geri dönüş beklemeksizin bağlanmaktır. İnsanlar bir kişiye, bir düşünceye ya da yaratıcı güce bağlanabilir, ama bu bağlılık duygusundan bir karşılık beklemezlerse eriştikleri hal manevi derinlik kazanır. Bağlanmak beraberinde olumlu bir şeye koşulsuz inanma durumunu da getirir. Koşulsuz inanmak aslında akla pek uygun görünmez, ama doğru yapılabilirse bundan din kavramı doğar. Tanrı inancı ya da ibadet de karşılık beklemeden yapıldığı zaman manevi değer kazanır, buna olasılıkla cennet de dahildir.
Tanımın zamansal boyutu ve umut
Bu durumda döngünün tamamlanabilmesi için üç öğe daha kalır, belki fazlası da vardır, ama henüz ortaya çıkmadı ya da idrak edemedik. Bunlardan biri istikrardır, yani düşünüş biçimi seçenekler değiştiğinde, maddi kavramları ifade eder hale geldiğinde ya da birbirine üstünlük gösterseler de istikrarla sürdürülmek zorundadır. Kavram böylelikle zaman faktörünü içerir hale gelir. “Eline diline, beline hakim olmak” da anlık değil, zaman tabi uyarılardır. Hayata iyi amaçlarla başlayanların çoğu bu aşamalardan birinde maalesef “döner”. Oysa zaman kavramı içerisinde bir başka bileşeni doğurur, bu da sabırdır. Maneviyatın gelişmekte olduğunu varsayıyor, buna bir karşılık beklemiyor ve sabrediyorsanız iyice derine dalarsınız.
İyi de sonunun cennet bile olmadığını iddia ettiğiniz sabır bu durumda neden sürdürülür? Sürdürmenin nedeni yine edilgen olan, ne olduğu bilinmeyen, ama gerçekleşeceğine inanılan umuttur. Umut sürekli yüzeye yaklaşma eğilimi gösteren maneviyatı hep derine çeken kaynaktır. Dini anlamda bakıldığında bu umut bazen bir kurtarıcının gelmesi, olmuyorsa da zamanın birinde cennet döngüsünün tamamlanacağını çağrıştırır. Günlük yaşamda “bekleyen derviş muradına erermiş” ifadesine karşılık gelir, ama muradın ne olduğu açıklanmaz, olasılıkla her insanın umudunda yaşattığı maddi karşılığı olmayan bir kavramdır. Böylelikle insan, ona başlangıçta biçilen, ama merakına kapılarak kaybettiği insanlık özelliğini umudunda yaşatarak bir gün yeniden kazanabilecektir.
Ne var ki bu sistemde Cennet göründüğü kadarıyla yukarıda kalmaz, maneviyatın derinliklerinin dibinde olmak zorundadır.