Doğada zıtların birlikteliği ikilemi

Gerek fiziksel gerekse ruhsal dünya için geçerli olan genel prensiplerden biri bir şeyin varlığının diğerine tabi olması ikilemidir. Evrende sadece Tanrı’nın zaten var olduğu ve bunun için başka bir gerekçeye ihtiyaç olmadığı kabullenilir. Bu kabullenme tek başına ortaya çıkan ve varlığını sürdürebilen başka bir şeyin de olmadığını anlatır. Buna karşılık teorik fizik evrenin ortaya çıkışını Büyük Patlama adı verilen süreçle açıklar; hiçbir şeyin olmadığı yerde birden bir patlama ile atom altı parçacıkları ortaya çıkar, bu parçacıklar beş temel kuvvet çerçevesinde atomları, bunlar da kendi içlerinde birleşerek farklı elementleri meydana getirir. Büyük Patlama’nın ortaya çıkardığı enerji çok büyüktür, Einstein’ın E = mc2 denklemiyle ifade edilir ve bugüne dek yapılan çalışmalarla ispat düzeyinde geçerlilik kazanır. Teorik fizik söz konusu gücün nereden ortaya çıktığını söylemez, ancak genişlemekte olan evren modeli, önceleri elektronik parazit olduğu düşünülen arka plan sinyallerinin aslında patlamadan kalan çınlamalar olduğu düşüncesiyle pekişir.

İnsanın dünyayı algılamasının bütünüyle bir yanılsama olduğunu ileri sürenler hala vardır; başlangıç meselesini görmezden gelebilirseniz tek başına var olabilme ve durumunu kararlılıkla koruyabilme halinin mümkün olmadığı sonucuna varırsınız. Maddenin bir halinden diğerine dönüşebilmesi, atomların farklı biçimlerde birleşerek bambaşka moleküller meydana getirmesi, kararsız büyük çekirdeklerin bile parçalanarak kararlı hale gelmeleri, var olan her şeyin bir diğerine dönüşmesiyle ilişkilidir. Neyin neye dönüşeceğini ve hangi durumla sonuçlanacağını etkileyen dinamikler ortama ait diğer değişkenlerdir. Basınç suyun kaynama sıcaklığını nasıl değiştirebiliyorsa, enerji gerçekleşmesi mümkün olmayan kararsız süreçleri daha kararlı bir diğerine dönüştürebilir.

İnsanın algı kısıtlılığı

Ne var ki insan aklının görünenle gerçekte olanı birbirinden ayırabilmesi becerisi sınırlıdır, zıtların birlikteliğinin bir şeyin ortaya çıkması için zorunlu prensip olduğunu kavramakta genellikle zorlanırız. Beri yandan öncekilerin tasvirleri sonrakiler açısından kısıtlayıcı hal alır. Bunun biyoloji için iyi bilinen örneklerinden biri doğrudan hücrenin yapısıdır. Konuyla ilgilenenler dokunun detayına mikroskopla baktığında bunun göz göz küçük birimlerden oluştuğunu fark eder ve “hücre” adını verirler. Hücre içerinde sitoplazma adı verilen başka bir sıvı ortamı barındırırken, onu çevreleyen zarın aslında suyla birleşme olasılığı bulunmayan yağ tabakasından (hücre zarı) oluştuğu gerçeği şaşırtıcıdır.

Ancak aynı basitleştirilmiş ve fazlasıyla grafik sanata dönüştürülmüş düşünce biçimi elektron mikroskobu ya da farklı boyama teknikleri kullanıldığında sitoplazmanın zarla çevrelenmiş su adacığı olmaktan çok kanallarla bölünmüş Venedik yapısı gösterdiğini algılar. Ortada bilakis hücrelerin içinde ona formunu veren iskelet yapıları bulunur. Hücre bu iskeletle sadece algısal biçimini oluşturmakla kalmaz, bunların oluşturduğu iç borucuklar sistemi aracılığıyla maddelerin bir diğerine ilişmeden iletilmesini sağlayabilir. Üstelik bu iç sistemin içerisinde ana çözücü olarak su bulunup bulunmadığı da belli değildir.

İç içe geçen sistemler

Ama hikayeyi bir betimlemeden öteye geçirip anlam yüklemek de mümkündür. İşte dualaite prensibi bu noktada işe yarar. Göründüğü kadarıyla birbirinden farklı iki sistem olduğu ve bunların da iç içe geçtiği çıkarımına gidebilirsiniz. Bunlardan biri dış yüzeyi kaplayıp parmaklardan ve bazı hayvanlarda alından da dışarı çıkan keratindir, tırnak ve boynuz adını veririz. Diğeri ise suyla ilişkisi pek iyi olmayan bu sistemi içinde barındıran su tutucu unsurdur, ona da kollagen olarak adlandırıyoruz. Görünen o ki aslında sistemler iç içe geçmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir