Birinin bir diğeri olmadan var olamaması hali gerek biyoloji, ama beri yandan felsefe gibi diğer alanlar için de geçerli bir zorunluluktur. Kavram ister istemez dört maddenin varlığını çağrıştırır; bunlar toprak, hava, su ve ateştir. Bunlar çok eskidir, düşüncenin henüz formatlanmamış olduğu dönemde pek çok kültürde ortaya çıkar. Aslında dört kavram da birbiriyle ilişki gösterir, anlatılmak istenen zıtların birlikteliği değil, dört seçenekten kaç değişik olasılık çıkarılabileceğidir. Toprak suyla birleşirse çamura döner, bu ortamda yaşam olası hale gelir. O zamanki düşünce havanın varlığından ne kadar haberdardır bilinmez, kavramı bu nedenle rüzgara dönüştürebilir. Havanın suyla birleşmesinin bulutları yarattığını olasılıkla yağmur ve bulut ilişkisinden çıkarmış olmalılar, ancak ateşle birleşmesinin güneşi ortaya çıkardığı düşüncesi de düz mantıkla çok saçma görünmemektedir. Birbirinden farklı unsurların yaşamı var eden esas dürtü olduğu kavranmış olsa gerek, bunların hepsinin birlikteliğinden “akaşa” olarak da adlandırılan esir doğar. Esirin var olmasının gerekmediğinin ispatı ise gariptir Einstein’ın yaşadığı zamana kadar gelir. Bu insanın maddeye tamamen hükmedebileceğine kanaat getirdiği zamandır, böylelikle simya kavramı terk edilerek yerini fizik ve kimyaya bırakır.
Yapay canlılık elde edilememesi açmazı
Ne var ki yaşamın ortaya çıkışının açıklanması bambaşka sorundur. İnsan maddeye hakim olabildiğini düşünse bile üzerinden bir yüzyılın daha geçtiği günümüzde bile yeni yaşam formu yaratamaz. Gizemli DNA’nın dizisi çıkarılmış, genlere müdahale edilerek farklı fenotiplerin ortaya çıkması olanaklı hale gelmiş, ancak genler birleştirilerek cansızın canlı bir varlığa dönüşmesi hala gerçekleştirilememiştir. İşin kötüsü buradaki sorun artık teknik görünmemektedir, eldeki teknoloji hatalı genlerin ayıklanmasına bile imkan sağlayan donanıma sahiptir. Ama hangi sistem kullanılırsa kullanılsın illaki öncesinde bir canlılık bulunmak zorundadır. Yeni bir virüs ortaya çıkarmadaki beceri bile mevcut başka bir virüsün iskeletinin kullanılmasına ihtiyaç duyar. Bu konudaki bütün denemelerin en popüler biçimi Dr. Frankenstein ile temsil edilir. Ancak canlılığını yitirmiş varlıkların anatomik olarak birleştirilerek hayatiyet kazanması bakteri bile olsa olanaksızlığını korur.
Varılan konum başarısızlıklar silsilesi de olsa insan var oluşunu rastlantıya bağlarken aslında içine düştüğü durum yine formatlanmış düşünme biçimidir. Kavramadaki temel hata olasılıkla mikroskopun geliştirilmesi ve hücrelerin keşfiyle başlar. Hücreler aslında mikroskop altında boyanmazsa görünmez, kimyanın simyadan ayrıştığı son dönemde hücre bileşenlerini bazik ya da asidik özelliklerine göre boyamayı başaran yaklaşım ilk kez detay biçimin ne olduğunu algılar. Bu teknikler günümüzde çok fazla geliştirilmiş, daha çok da patolojinin hizmetine sunulmuştur. Bir dokunun nereden kaynaklandığının adlandırılması immünohistokimya adı verilen özel boyama yöntemleriyle bile bir yere kadar başarılabilir. Garip biçimde hiç boyanmayan dokulara ise “berrak” adı verilir, bunun bir diğer ifadesi yuvarlak mavi hücrelerdir, dokunun hiçbir şeye benzemediğine, dolayısıyla saldırgan tavır gösterebileceğine işaret eder ki doğruluğu sınanmamıştır.
Akaşanın biçime yansıması
Oysa (1) bir şeyin varlığı mutlaka başka bir şeye bağlıysa, (2) canlılığını kaybetmiş bir şeyin artık bir davranışı olamıyorsa ve (3) canlılığını kaybetmiş bileşenlerin birleştirilmesiyle canlı forma hiçbir şekilde erişilemiyorsa elinizde sadece iki seçenek kalır:
1. Ya olanların bütünü yanılsamadır
2. Ya da aslında her şey aynıdır (bir başka yanılsama), değişiklik olduğu düşünülenler “callus ve keratos” formlarının iç örüntülerinin değişimidir, sadece akışın yönü değiştiğinden akaşa biçime farklı yansımaktadır.