“O halde siz de toplantıya katılsaydınız” oldu son yazışma da, ben konuyu üstüne alınmadan kapatmayı öğrenmiş pişkinliğimle gerisini getirmedim. Mesele aslında pek de gitmek fırsatımın olmadığı yazılık evin aidatıydı. Ta elli yıl önce kooperatif olarak kurulmuş elli iki hanelik sitenin elli metre kare küçük bir eviydi. Benim B planım olmasının ötesinde hayatta edindiğim en çocuksu ikinci arkadaş grubumun menşei. Artık gurup haberleşmelerine dönüşmüş ikinci çekirdeğin çoğunluk çoktan terk etmiş oldukları mekan, babamın güllerle bezeyip, benim olsa olsa elimde tutmakla yetindiğim B planı.
Orası aslında bir emekli mekanıydı. Biz büyümeye başladığımızda önce bir üst kuşak gündüzlerden kopmuştu; büyümenin zorunlu aşaması, artık bir iş sahibi olmuştu, biz mahzun devam ettik. Çok geçmedi bizim için de aynı mukadderat, lakin bizim büyüklerimiz işi yazlıktan kışlığa çevirdiğinde pek sevindim. Düşünün çok uzak olmayan bir yer, çevrede ne tarla ne top sahası kalsa da, süt sırasında beklediğimiz köylü bile satıp kaçsa da bizim ikinci evimizdi. Gücü olanlar balkonlarını verandaya çevirdi, doğal gaz bile gelmişti. Ve derken kuyu da kapandı, depolar kalktı, şebeke suyu bağlandı. Anlaşılan B planı iyi işliyordu, en azından bir seçenek, ittir kaktır gidiyordu.
İşte son yazışmaya götüren yollar da buna binaen döşenmeye başlandı. Siz deyin ekonomik nedenler, ben diyeyim yaşı bitenler, yönetim değişti. Evler birer birer el değiştirirken geçmişten kalanlar Sonsuzluk ve Bir Gün olup azaldı. Artık döşenmiş parke taşlar, iki ay kayıt tutan kameralar, elektronik kilitle açılan dış kapı vardı; yeni yönetim ilk iş yirmi beş yıllık bekçiyi dışarıda bıraktı. Oysa iki engelli çocuğu vardı, hani belki güneş görürlerse iyileşirler umudu, akşamüstü denize sokabilmenin mutluluğuyla birlikte uçup gitti. Sonraki aşama bin liralık yıllık aidatın iki mislisiydi, hayat pahalı, ama talep makuldü. Fazladan yapılanlar için de bir dört bin lira daha toplandı. Site bayağı bir toparlanmıştı.
Çoğunun yazın üç ay yürüdüğü yollar gerçekten şıktı, duş kabinleri değişmiş, fayanslar baştan kaplanmıştı. Mülkün aynı kalmasına rağmen pek de gitmediğim B planına yabancılaşmayı bile sineye çektim. Bir şekilde borcu da ödemiştim ki, geçen hafta gelen yeni iki bin lira aidat ve üstüne altı bin lira fon parası istemine kadar. “Fon parası?” dedim, yukarda anlattıklarımı hatırlattılar. Çok iş yapılmıştı, kararlar çoğunluk usulü alınmıştı, “orası emekli yeri, kim ödeyecek bunca ederi” sorusuna cevaptı zaten “O halde siz de toplantıya katılsaydınız”.
Bilmem hikaye ne kadar tanıdık geldi…
Yürünmeyen yolların güzelce döşemesi, alt yapı eksikliklerinin giderilmesi, iki ay kayıt tutan kameralar ve belli ki bilmediğim onca terakki.
Sonsuzluk ve Bir Gün’e bir adım daha yaklaşan mekanlar.
Uzaktan “hadi çık artık denizden” diye bağıran annem artık yoktu. Babamın rüzgarla çıngırtılar çıkarıyor diyerek diktiği kavağı, boyu on metreyi geçince, “kışın yaprak döküyor” diye bir tarafı kesilince çoktan kurumuştu. Sadece kıyı boyunca döşenen künk işe yaramıştı, deniz yeniden eski rengini almıştı.
Galiba elli yıl sonra değişmeyen sadece denizdi; sadece denizdi direnen çoğunluğun kararına.
Bilmem hikaye ne kadar tanıdık geldi?
Bugün 5 Ocak 2022, tarih tekerrür edecek ve siz de üzülmeyin yaşayacaklarınıza.
Not: Sonsuzluk ve Bir Gün için Ekşi Sözlük’ten şükela’nın açıklamasını veriyoruz: “bana kalırsa bir yönetmenden ziyade tam bir sanatçı olan theodoros angelopoulosun müthiş filmi. film değil adeta bir şiir. tam bir edebi yapıt. ”artık çok geç minik çiçeğim, ben bir yabancıyım.” cümlesini bana kurdurmuştur. çocukluğumuzun, aşkımızın, ideallerimizin hızla akan zaman karşısında nasıl eridiğini, bize adımızla seslenen insanların zihnindeki ve yüreğindeki kişiden aslında ne kadar uzak olduğumuzu, bireyin yabancılaşmasını ve daim yalnızlığını, geriye kalanın bir tutam anı ve hüzün olduğunu olağanüstü replikleri ve müziğiyle önümüze seriyor film. izlemeden ölmeyin.”