Bizim memlekette kitap yazmak, okuma sevgisi yüksek ülkeler dikkate alındığında ciddi bir sorundur. Sanılanın aksine bizde çok miktarda kitap yazılır ve yayınlanır. Bunların önemli bir kısmı da içerik olarak yeterli eserler sınıfına girer; hem bilgi, hem anlatım açısından ortalama okurun beğenisini kazanır. Kitap yayınlanma çeşitliliği açısından bakıldığında da durum parlaktır, fuarlardan edindiğimiz bilgi, yeni yayınlanan kitap çeşitliliği açısından Türkiye dünyada ilk on içerisinde bulunur. Ne var ki ülkemizde kitap yazarlarının tahmin edebileceğinizin ötesinde sorunları vardır, aktarmaya çalışalım.
Okur yeni çıkan kitapları özellikle arayıp taramıyorsa girdiği kitapçıda görür. Ancak yeni çıkan bir kitap, mesela bir deneme olsun, kitapçının ilgili bölümünde doğrudan rafa dizilirse görülme olasılığı yoktur. Görevliye sorarsanız kitap vardır, mevcut olduğunu söyler, bulup getirir. Ancak ortalama okur için kitapçının en göze çarpan yerleri ortada bulunan masa ve duvardaki “çok satanlar” ya da “yeni çıkanlar” raflarıdır. Bir kitap tanıtımsız çıktıysa, özellikle arayanı yoksa, bu saydığımız üç yerde bulunmadığı taktirde çıktığı algılanamaz. Dolayısıyla algıya erişim, yayınevi ve kitapçı arasındaki ilişkiye bağlıdır. Kitapçılar kitabı bu noktalara ya ilişkiye binaen ya da ek şartlar gereği koyarlar. Sadece çok satacağı bilinen yazarlar doğrudan şanslıdır, diğerleri bir kaç gün bile tutulmadan raflara dizilir.
Ekonomik kaygıya bağlı seçicilik
Mevcut ekonomik daralma elbette kitabı da etkiler, günümüzde küçük bir kitap kırk liranın altına inmez, ortalaması yetmiş, daha kalın kallavisi yüz liranın üstündedir. Okur bu rakamdan yazarın ciddi para kazandığını düşünebilir, ama alakası yoktur. Kitap için yazara ödenen telif, etiket fiyatının en fazla yüzde onudur; yani yetmiş liralık kitap bin tane satarsa yedi bin lira telif alınır. Çoğu kitap bu rakama erişemez, ilk baskı iki bini geçmez, üstelik son birkaç yıldır baskı üzerinden peşin ödeme de yapılmaz. Yani yazar yayınlandıktan altı ay sonra kaç sattıysa o kadar rakamı hesabında görebilir. Yani kitap yüz binin üzerinde ve sürekli satmıyorsa bundan para kazanılmaz.
Bu noktada başka bir soruna denk geliriz, yayınevleri kitap yayınlanana kadar yazarın başının etini yer, ama sonrasında iletişim tamamen kopar, tanıtım yapmazlar. Tanıtımın masrafı reklam bedeli ya da raf önceliği için verilen tavizlerdir. Kurnaz geçinen yayınevleri yazarın sosyal medya hesabına ve takipçi sayısına bakar. Bu düşüncenin mantığı bellidir, yazar kendi kitabını kendi takipçilerine bile tanıtsa, onların da yüzde onu alsa on binlerce satmak söz konusu olacaktır. Ama çoğu yazarın sosyal medya hesabı bile yoktur, bile makbul bir yöntem olarak kabul etmez. Hal böyle olunca ne yazarsanız yazın aslında okurla tahmin ettiğiniz düzeyde buluşmaz.
Çoksatarların vasatlaşması
Ne var ki son yıllarda ortaya çıkan daha kötü örnekler de vardır. Yayınevinin öncelikli derdi satış rakamı olduğundan enerjisini “çoksatar” yazarlara ya da çok satan konulara yöneltir. Bugünün makbul konusu kişisel gelişimdir, yazardan yeni kitap taleplerini hangi konu revaçtaysa o şekilde sipariş eder. Bu “sipariş üzerine yazımlar” genellikle zorlama içerik çıkarır, o nedenle pek karşılık bulmaz. Çok satan yazarların kaleme aldıkları da aynı mantık güdüldüğünden seviye kaybeder. Bir kısmının yazar tarafından yazıldığı bile tartışılır hale gelir, nasıl olsa satıyorsa eskilerden kolaj yapılıp yeni olarak sunulmaya başlanır.
Kitap yazmak bu nedenlerle son yıllarda felsefesinden kopmuştur. Düz bir ticaret mantığı hakim olur. Üstelik yayınevi “okurun hep yeni bir şeyler istediği” saplantısıyla önceki çıkmış kitaplara hiç emek harcamaz. Doğal sonuçtur, “anlatacak şeyleri olan” yazarlar bile, yeni bir şey yazmanın karşılıksız ve anlamsız bir çaba olduğuna kanaat getirir; okur artık vasat olanla yetinmek zorundadır.