Bu hafta, bir sevgili dostumuz ve okurumuzun ricasına binaen “doktor nasıl olmalıdır?” sorusuna yanıt aramaya başlayacağız. Dostumuzun kıymetli eşi, olasılıkla bir programda dile getirdiğimiz “şefkat göstermeli, dinlemeli, erişilebilir olmalı” tanımlamamızdan büyük mutluluk duymuş. Çok haklı, zira günümüzde bu tanımlama sadece doktorlar için değil, herkes için geçerli bir arayışı betimliyor, doktordan öte “insanı” çağrıştırıyor, lakin en çok da doktorlar için geçerli oldu. Üstelik bu arayış yakın zamanın ortaya çıkardığı bir sorun.
Bizim milletimiz, sadece kırsalda yaşayanlar değil, şehirlerde yaşayanlar da, doktorla son yirmi yılın öncesinde çok sık karşılaşmamışlardı. Bunun bir nedeni doktora ihtiyaçlarının olmaması, bir diğer nedeni ise doktorun nispeten seyrek bulunan bir meslek erbabı olmasıydı. Son yirmi yıl ise önceki yıllarda başlayan kontenjan artışlarının meyvelerini vermesine denk gelir. Nüfus başına düşen doktor sayısı, Avrupa standardına uydurmak amacıyla, hızla artarken, sistem de benim on küsur yıl önce bizatihi görüştüğüm bir yabancı uzmanın “bir yerden başlamak gerek” sözlerinin yansıması olarak hekimliğine dönüştü.
Aile sağlık biriminden doktora şiddete uzanan yol
Aile hekimi gerçekten çok önemlidir, ama iyi doktor yetiştirip iyi maaş verebiliyorsanız işlevli hale gelir. Donanımlı aile hekimi sağlık sorunlarının çoğunu birinci basamakta çözer. Ne var ki aile hekimi iyi olursa, yap-işlet-devret usulü yaptırılan şehir hastanelerinin hasta bulmaları kolay olmayacaktır; iş paradoks halini alır. İşte bu dönem vatandaşın doktora olan bakış açısının değiştiği, daha doğrusu şiddete başvurduğu döneme denk gelir.
Doktorun ve sağlık çalışanlarının şiddete maruz kalmalarının kabul edilebilecek bir yanı yoktur, ama irdelemeden reddederseniz de başınızı kuma gömmüş olursunuz. Vatandaşın hiddetinin nedeni doktorun bilgisizliği, yetersizliği değildir, vatandaş bundan zaten anlamaz. Şiddetin nedeni, doktorun olasılıkla yetersizliğini bilmesinden kaynaklanan iletişimsizliğidir. İletişimsizlik kısmen cehaletten, ama en çok da konuşma becerilerinin zayıflamasından kaynaklanır. Bu iletişim seviyesinde empati, sempati gibi süslemeler bile yoktur, doktor iki kelimeyi bir araya getirip açıklama yapmamaktadır, sorun budur.
Bir algı aygıtı olarak sinema
Yurtdışını benden daha iyi bilenler orada da durumun çok farklı olmadığını söyler. Bizde doktorların konuşma becerisine sahip olanlarının neredeyse hepsi özel hastanelere toplanmış görünür. Özel hastaneye giriş bir yere kadar mesleki beceriye tabidir, oysa sözel ifade bu becerinin anlatılabilmesi için zorunludur. Özel hastanede bu nedenle doktor sizi alıp karşınızda en azından makul bir süre konuşur, bir şey anlatmasa bile dil döker, bu da sizi memnun eder. İş yükü devlete göre daha makuldür, insanlar “koşulsuz hasta memnuniyeti” esasını bilirler. Dolayısıyla doğal seçilim söz konusu olur, “konuşarak anlatma ve ikna” becerisi olan bir doktorun özel hastanede olma olasılığı devletten yüksektir.
O halde bizim doktor algımızın “şefkatli, sabırlı, erişime açık” olarak özetlenmesinin başka bir gerekçesi olmalıdır, nitekim vardır. Ortalama doktor ziyaretinin yılda bir bile olmadığı yerde vatandaşın doktor algısını belirleyen başlıca unsur göründüğü kadarıyla sinemadır. İnsicam yazarı Kemal Özden’in betimlemesiyle Yeşilçam sinemasında “hekimler 60’lı yıllardan 80’lere kadar adeta aileden biridir. Babacan tavırlı, şefkatli, anlayışlı, çevresinde saygı duyulan, bazen halktan biri olarak sunulur. Doktorlar bu dönemde sıklıkla konsültasyon için evlere gelirler…”
Ne var ki doktor sayısı artıp, sık başvuru dönemi başlayınca beyaz perdede gösterilenin gerçekle uyuşmadığı anlaşılmaya başlar.