Geçtiğimiz hafta Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu’nun (TGDF) davetlisi olarak “FoodDrinkEurope 2012” Kongresi’ne katıldık. Avrupa Birliği’nin en büyük gıda ve içecek sektörleri buluşması olarak Brüksel’de gerçekleştirilen kongre, birliğin kuruluşunun 30. yıldönümü olması nedeniyle özel bir önem taşıyordu. TGDF’nin davetine icabet eden konuklar arasında biz basın mensupları dışında, TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu Başkanı İbrahim Yiğit ve komisyon üyeleri de bulunuyordu. Kongre sonrasındaki günde gerçekleştirilen “Avrupa’da Şekerin Geleceği” başlıklı panelden ayrıca bahsedeceğiz. Bu yazıyı özellikle Avrupa’nın gıdaya bakışına ayırmak istiyoruz.
Avrupa gıda ve içecek endüstrisi bir trilyon euroya yaklaşan iş hacmiyle (956.2 milyar euro) Avrupa’nın en önemli imalat endüstrisini oluşturuyor. Bu nedenle sürdürülebilir büyümenin ve ekonomik iyileşmenin desteklenmesinde çok önemli bir role sahip, bu yılki kongrenin teması ise “Ekonomik İyileşmeyi Desteklemek” olarak belirlenmiş. Kongrenin üç önemli başlığı vardı, (1) sürdürülebilir ekonomik iyileşmeyi yönlendirmek, (2) tüketicilerin yaşamlarını iyileştirmek ve (3) akıllı, yeşil büyümeyi gerçekleştirmek. Biz bütün toplantıları sadece sizin adınıza değil, aynı zamanda Avrupalılar ve endüstri adına da izledik. Malum, gıda herkesi ilgilendiren ciddi bir mesele, fakat işin ekonomik boyutu dışında bir de sağlık boyutu bulunmakta. Avrupa’nın en büyük sektörünün ve düzenleyici otoritesinin gıdaya bakışı bizim ülkemizi de ilgilendirmekte. Bir yandan Avrupa’ya gıda satarken, beri yandan düzenlemelerini kendi ülkemize adapte etmeye çalışıyoruz. O nedenle bu toplantıyı izlemek, bir yerde geleceği de gözlemek anlamına gelmekteydi.
TGDF AB’ye çoktan üye olmuş
TGDF Başkan Vekili Rint Akyüz yaptığı değerlendirmede; FoodDrinkEurope’nın AB’nin gayrisafi milli hasılasının yüzde 13.5’ini temin ettiğini söylerken zaten konuya verilen önemi dile getirmiş oldu. Lakin bu kuruluşun bizim açımızdan bambaşka bir önemi daha var, Türkiye AB’ye henüz tam üye olmasa da, TGDF 2006 senesinde konfederasyonun özel davetiyle gözlemci üye olarak katılmış durumda. Yani devlet düzeyinde giremediğimiz Avrupa’ya gıda ve içecek alanında onların talebi ile zaten katılmışız. Üstelik TGDF gözlemci üye olmasına rağmen statü olarak tam üye muamelesi görmekte. Rint Akyüz “bunun sebebinin Türkiye gıda ve içecek sanayisinin gücü olduğunu, şu anda Türkiye’nin ikinci büyük sektörü olmalarına karşılık bir kaç sene sonra zirveye tırmanacaklarını” belirtirken biraz tevazu göstermekte. Yıllardır izlediğimiz değişik alanlardaki sektörel toplantıları dikkate aldığımızda, TGDF’nin konuya Avrupa ve olasılıkla dünya ölçeğinde hakim insan kaynaklarına sahip olduğunu da biz ekleyelim. O nedenle haklı bir kabul görüyorlar (Rint Akyüz dikkatimi çekti, Genel Başkan Mella Frewen’in toplantı sonunda hediye ettiği çikolata da Neuhaus değil, Ülker’in Godiva’sı idi). TGDF özellikle ihracatta geçen sene Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırarak, işlenmiş gıda ürünleri ihracatında 10 milyar dolar sınırına dayanmış (sektör yüzde 181 dış ticaret fazlası vermekte). Gümrük birliğine rağmen AB ile yapılan dış ticarette ihracat ithalatın iki misli üzerinde gerçekleşmiş. TGDF’nin beklentisi ise çok daha büyük. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada 600 milyon insan yaşamakta, burada gerçekleşen 1.5 trilyon dolar civarındaki gıda ticaretinde Türkiye’nin payı yüzde 1’in biraz üstünde. TGDF bunun yüzde 2-3’lere taşınması için çalışmakta ve bu başarıyı elde etmemek için herhangi bir sebep bulunmamakta.
Sektörel büyüme umut vaat ediyor, ancak sürdürülebilirlik tartışılır
Toplantı kısa ve öz bir kapsamda organize edilmişti, sunucuların hepsi profesyoneldi. Tıp alanında hiç görmediğimiz bu yaklaşım, meselelerin daha verimli tartışılmasını sağladı. Mevcut sorunlar, küresel eğilimler, sektörün ihtiyaçları ve AB’nin geleceği için sürdürülebilir ekonomik büyümeye ilişkin mesajlar olması gerektiği gibi aktarıldı. Gelecekte gıda Ar-Ge’si ve yenilikçi ürünler endüstrinin en önemli genişleme alanını oluşturacak olsa da, tüketicinin beklentileri ve yedikleri konusunda bilgilendirilme hakkı göz ardı edilmedi. Ne var ki bizim endüstriyel gıda konusundaki ana çekincemizi oluşturan “sağlıklı olup olmadığı” mevzuuna pek girilmedi. Ancak bu çekimserliğin nedeni duyarsızlık değil, Avrupa’nın da yeterli bilgi sahibi olmaması. Nitekim Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi’nin (EFSA) meseleye sağlık tarafından değil, daha çok “düzenlemelerin uygulanması” açısından yaklaştığı kanaatimiz kesinleşti. EFSA, geçen hafta detayıyla anlattığımız GDO’ların kanser yaptığına ilişkin araştırmayı bu toplantıda da “GDO’ya mecburuz” saptamasıyla kolaylıkla reddedebildi.
Gıdanın bütün endüstrileşmiş ülkelerde ana sektör halini almasını anlamak zor değil, ancak küçük üretici (köylü) ve KOBİ’lerin bu duruma yaklaşımı “hız kısıtlayıcı basamağı” oluşturacak. Nitekim İtalya Parma’dan katılan bir üreticinin sorusu bu kırgınlığı dile getirmekteydi. Ürettikleri ‘Parma ham’in (prosciutto denen et ürünü) “yerel marka sayılamayacağı” yanıtını aldığında pek mutlu olduğunu sanmıyoruz. Bu aynen Van peynirinin isminin tescilli olamaması gibi bir durum, o peyniri üreten, adıyla anılmasını sağlayan geleneğe derin bir haksızlık oluşturuyor. Endüstrilerin hedeflerinin tümüyle gerçekleşmesi güçlerine güç katsa da, sürdürülebilir ekonomik iyileşme ve vatandaş (hem üreten, hem tüketen; “sadece tüketici” değil) refahı açısından uygulanabilir görünmüyor.
Sonuç olarak bizim gıda ve içecek endüstrimizin en az Avrupa kadar donanımlı olduğu aşikar, çoktan entegre olmuşlar ve büyük bir gelecek vaat ediyorlar. Ne var ki endüstriyel gıdanın sağlık etkileri açısından Avrupa’nın da kafası karışık, demek ki onlar da bu konuda aydınlatılmalılar.
Not: Kurban Bayramınızı ve Cumhuriyetimizin kuruluşunun 89. yıldönümünü saygı ve sevgiyle kutluyorum.