Aslında ben bu yazıyı kaleme almazdım, ta ki İstanbul Metrosu’nun Taksim çıkışında düzenlenen “Yaradılış Sergisi”ne kadar. İstanbul’da yaşayanlarınızın bir kısmı görmüştür, Belediye nasıl izin vermişse vermiş, metronun ana girişinde “evrimin asla olmadığı, her şeyin en başta bugünkü gibi kusursuz ve mükemmel yaratıldığına” ilişkin bir sergi kurulmuş. Bu bir fosil sergisi, yüz milyonlarca yıllık olduğu iddia edilen fosiller sergilenmekte. Serginin “kuratörü” Harun Yahya müseccel adıyla da bilinen Adnan Oktar, yani Adnan Hoca (*). Serginin külliyen taşıdığı iddia da şu: “Evrim yoktur, her şey yaratılmıştır, işte yüz milyonlarca yıllık fosiller burada, bakın ve söyleyin, bugünün aynısı değil mi?”
Sergi salonunu dolduran onlarca insan fosil olduğu söylenen eserlere dikkatle bakmaktalar. Bir kısmı cep telefonlarının kameralarıyla fotoğraflarını çekiyor, salonda şık giyimli beyler isteyenlere yardımcı olup, evrimin hiç olmadığıyla ilgili açıklamalar getiriyor. İzleyenlerin bazıları elbette “bilimin merkez dogması” olan evrimin nasıl böyle bir aldatmacayla çarpıtılabileceğini dile getiriyor. Üslup bazen gerginleşse de, karşılıklı hatırlatılan tartışma adabı en azından konuşulabilir bir ortamı olanaklı kılıyor. Bendeniz kulunuz bu açıdan bakıldığında olan biteni sadece gülümseme ile karşılıyorum, zira serginin olasılıkla bütünü imitasyon, ama daha önemlisi bazı fosiller yanlış tanımlanmış. Fakat “yaratıldık mı, yoksa evrildik mi” sorusuna “yaratıldık” cevabı verse de, konuyu “dayatmak yerine, bilmeyen için ikna kabiliyeti yüksek, görsel açıdan zengin bir sergiyle kanıtlamaya çalışmanın en azından “hoş” olduğunu düşünüyorum.
İşin daha ilginç yanı, evrim konusunda ben de Darwin’le hemfikir değilim. Darwin’in içerisinde yaşadığı dönemde, var olan kanıtları evrim yönünde değerlendirmesini haklı karşılıyorum, büyük bir bulmacaya bakıp, doğru cevabı kendinin bulduğunu düşünmesi şaşırtıcı değil. Sunduğu kanıtlar da kısıtlı bilgi düzeyi çerçevesinde değerlendirildiğinde mantıksal bir tümevarımı haklı çıkarıyor. Lakin sonrasında yapılan ve kanıt olarak sunulan çalışmaların hiçbiri bilimsel anlamda tatminkar sonuçlar veremediği gibi, evrimi desteklemek amacıyla sunulan fosil kanıtların tarihlendirmeden tutun, boşluğu dolduramamasına kadar pek çok açığı bulunmakta. Ne var ki söz konusu tuzak, karşı, yani yaradışılçı bakış açısını savunan Adnan Hoca için de geçerli. “Olağanüstü” olan bir şeyin (mesela piramitler) ancak “yaratılmış” olabileceğini düşünmeden önce, daha basit, şu anki veriler çerçevesinde değerlendirilemeyen, algılanamayan, ama protein yapısının karmaşıklığından, morfik alanlar hipotezinden, Hint öğretisindeki çakralara dek uzanabilecek, ancak çok okuyup, öğrenip, değerlendirilince hissedilebilen açıklamalarını sınamak gerekiyor. Üstelik bu söylem onları da yaratan aşkın bir tanrı olduğunu zaten reddetmiyor.
Biyolojinin ne olduğunu anlamış ortalama eğitimli biri, varoluşun “bugünkü” dünya koşulları içinde “rastlantısal” evrim mekanizmasıyla gerçekleşemeyecek kadar karmaşık olduğunu kolaylıkla görebilir. Ama bu düşünceye inanmadığı zaman, hemen karşısına “yaratıldık” modelini getirmesi de gerekmez. Arada açıklanamayan başka ara olasılıkların (evrim değil, yaratılış da değil, tıpkı verimli topraktan fışkıran ekin, ama çorak toprakta yeşeremeyen tohum gibi) olabileceğini de düşünür. O zaman mesela biraz daha derine gidip, canlılık nedir diye düşünmek gerekir. Biz klasik öğretide canlılığı “büyüme, çoğalma ve sonraki soyları oluşturma yeteneği” olarak tanımlarız. Bunların gerçekleştiği ortamı yaşanabilir olarak kabul ederiz, peki bu ortamı sunan, güneşi doğan, yağmuru yağan, dereleri akan, beri yanda dağları yürüyen, volkanları fışkıran bir gezegenin bizatihi kendisi de canlı değil midir?
Her şeyi yaratmaya muktedir bir tanrı, kullarını neden bu soruların cevabını arama aczi içine bırakır ki? Neden onlara her şeyi bilme yetisi sağlamadığı gibi, yaptıklarında da hür bırakmıştır? Mutlak muktedir olarak, “olan biten zaten yazılmıştır” derken, seçimlerinden neden sorumlu tutmuştur? Kuşkusuz değil. Evrildik, yaratıldık, ya da her neyse. “Kitap ehli” olan, seçeneklerin sonsuz, kararların serbest, ama aklın esas olduğunu bilir çünkü, en azından ben biliyorum. Kitap bile gönderilip “hür iradeye” bırakılmanın bir gerekçesi olsa gerek ki sual olunmaz. Evren rastlantılar üzerine oturtulmadı, dünya rastlantısal olarak oluşmadı. Yaratıldık ya da “oluşturulan” bir zeminde kendi halimize geliştik. Belki zaman zaman müdahale ediliyor, belki sonrasında doğal seyrimize bırakılıyoruz. Bizden beklenen yine de olan biteni anlamaya çalışmak, insanın en ayrıcalıklı donanımı olan akıl ve bilinçle sorgulamak. Yaşamımıza yön veren, kolaylaştıran, hatta bu serginin toplanmasını bile sağlayan ne varsa, o aklın ve bilincin getirisidir.
Dediğimi gibi, kentin çeşitli noktalarında daha önce de rastladığım bu serginin takdire değen tek yanı, meseleyi “bilimsel olmaya çalışan” bir yöntemle aktarıyor olması. Mamafih bir şartla, yarın bir gün birileri gelip, “evrimi kanıtlamaya çalışıyoruz” derlerse, o sergi salonunun kapıları onlara da ardına kadar açık olmalıdır. İstanbul Belediyesi “biz bünye gereği yaradılışçıyız” diyemez. İstanbul’un vergileriyle yapılan bir salon, yaradılışçılara olduğu gibi, evrimcilere, bilumum aykırı sanatçılara, kısacası bütün görüşlere açık olmalıdır. İşte bu nedenle 2008’e dair kendim için bu kez “çıplak bir yıl” diliyorum. Bu yaklaşımdan önce “Tanrı Yanılsaması” kitabının yazarı Richard Dawkins, ardından enteller, dinciler, kötüler (ve her seferinde illaki kendim) nasibimizi alacağız.
Not: Hoca kavramı benim asla benimsemediğim bir mertebedir. Çünkü hocalık sadece bilimiyle değil, yasam tarzı olarak tevazuuyla bezenmiş, yoksulluğun varlığından haberdar ve kayıtsız kalmayan, tarafsızlık, bilinçli inanç, konumsuzluk ve hatta “bilmediğini bilme” ile eşdenik olarak gördüğüm en üst mertebedir. İnsanlar eğitmen olabilir, öğretmen olabilir, danışman olabilir, ama “hoca” oldum derse, başa dönmesi gerekir, yani “hiçbir şey bilmediğinin kabullenilmesi!”.