Devletler işlerin yürütülmesi ve milleti oluşturan vatandaşlarının çeşitliliği gereği (sınıf kavramı da bunun içine girer) bir anayasaya ihtiyaç duyarlar. Anayasa uygulamadaki detaylar konusunda bir bilgi vermez, ama ana ilkeleri belirlemelidir. Üstelik anayasanın yazılı olarak bulunmadığı İngiltere gibi ülkeler de söz konusudur. Bu ülkelerde teamüller (gelenekten gelen yazılı olmayan kurallar) işleyişi belirler, yeter ki kuralın ne olduğu açık bir şekilde biliniyor olsun. Nasıl işlerse işlesin, başlangıçtaki sorun, anayasayı oluşturan kuralların neyi temel alacağıdır. Bu, anayasanın nereden örnek alınarak yazıldığından farklı bir durumdur, örnekleme söz konusu olduğunda köken genellikle Antik Yunan ya da Roma’ya gider. Hatta Roma da yasalarının büyük kısmını Antik Yunan’dan devşirmiştir. Yeni yasalara göre hazırlanan bu eserler, Ortaçağ sonlarında “Corpus Iuris Civilis” halinde toplanarak Avrupa hukukunun temelini oluştururlar. Batı ülkelerinin anayasaları devşirmedir derken, bunu küçültücü olarak algılamayın, teknik gereği bir öncekini alıp geliştirmek çok daha kolay görünmektedir. Zaten tarihte anayasalar durup dururken ortaya çıkmaz, daha çok yeni bir devletin ortaya çıkması ya da köklü bir düzen değişikliği ile (mesele Fransız İhtilali) yazılırlar.
Anayasaların kaynağı doğa ve haklardır
İlk anayasanın neyi temel aldığına bakıldığında durum değişir. Anayasalar çıkışları gereği doğa kanunlarını ve hak kavramını temel alırlar. Bunlardan ilki zaten bellidir, Platon, Aristo gibi düşünürlerin yaşam ve doğa konusunda bu kadar derin irdelemeye gitmeleri rastlantı değildir. Hak kavramı ise düşünülerek bulunur, derinmesine irdelemek çok kolay değildir. Hakların neye dayandırılacağı bir yerde ahlak kavramının sorgulanmasını gerektirir, etiğe dayanır. Bugün İstanbul Üniversitesi’nin öncülü olarak kabul ettiğimiz okul bile, hakların ne olduğunu araştırmak amacıyla kurulmuştur. Anayasayı doğrudan kutsal kitapta yer alan emirlere dayandıran sistemlere ise şeriat adı verilir.
Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan anlayış insanlar arasındaki farkları ortadan kaldırmayı hedeflediğinden, modern anayasalar özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini temel alır. Antik Yunan’ın olmazsa olmaz diye kabul ettiği doğa yasaları, Amerikan Anayasası gibi bazı anayasalarda pek karşılık bulmaz (ABD Anayasası daha çok devletin yapılanmasını anlatır). Bu bir yerde belki insanın doğaya hakim olduğu mantığıyla yorumlanabilir. Oysa Amerikan dolarının üzerinde resmi bulunan Benjamin Franklin aynı zamanda bilim adamıdır (elektrik konusunda çalışmış ve paratoneri keşfetmiştir).
Anayasayı kim yazabilir?
İdeal bir devlet olamadığı gibi, ideal bir anayasa olması da beklenmez, her ülke kendi özelliklerine dayanan bir yönetim modelini benimseyip varlığını sürdürür. Mevcut yönetim biçimleri de bu ortalamayı tutturmada pek başarılı görünmez. Durup dururken anayasa yazılmadığı gibi, içermesi gereken bütünlükten ötürü, parça parça (taksit taksit) da yazılamaz. Maharet bu kadar yalın bir metnin bütünü olabildiğince eksiksiz ifade edilebilmesidir, metin yoruma mahal bırakmamalıdır, kuvvetler ayrılığı (yasama, yürütme, yargı) gibi temel ilkeler iyi tanımlanmalıdır. O nedenle, bunu günümüze uyarlarsak, bizim de dahil olduğumuz devlet modelinde, halkı temsil ettiğini kabul ettiğimiz meclis teknik olarak anayasa yazamaz. Meclis ancak “işi bilenleri” bulup anayasa hazırlamalarını talep edebilir. İşi bilenler sadece hukukçular değildir, hukuk dışından sosyologlar, tarihçiler gibi “akilleri” de kapsar, anayasa komisyonu ise anayasanın yazılması işlerini koordine eder. Bu bir bütün olarak gerçekleştirilmesi gereken süreçtir, kurallar tartışılır, ama kapsayıcı olsun diye esnetilemez. Ve anayasanın elbette eninde sonunda halkın onayından geçmesi gerekir, çünkü bu mantığa göre anayasa temsile dayalı olarak onaylanabilir görülmemektedir. İçerik halka iyi anlatılmalı, ondan sonra “oluru” istenmelidir. O halde konunun benim anlamakta çok zorlandığım en tartışmalı bölümüne geri dönüyoruz, halk kimdir?