Atıcılar ve biriktiriciler

İnsanlar evleriyle olan ilişkilerinde algılayabildiğim kadarıyla ikiye ayrılırlar. Birinci grup fazladan hiçbir şeyi tutmadığı gibi, bir şey henüz miadı dolmasa bile değiştirip yenileyen doğrudan atıcılardır. Benim annemin de içinde yer aldığı bu grubun dağınıklık konusunda özel bir hassasiyeti vardır. Ortalığın toplu görülmesinin ötesinde, somya altlarına tıkıştırılmış “bir gün gelir işe yarayabilir” düzeyinde örtülü dağınıklığa bile dayanamazlar. Nitekim annemle olan tartışmalarımızın muhtemelen tek nedeni onun bu toplama tutkusu olmuştur.

Fotoğraf: Tümülüs (Resim https://sanatsozlugum.blogspot.com/2013/10/tumulus.html adresinden alınmıştır.)

Benim biriktirme açısından açıkça benzediğim babam gibiler içinse durum farklıdır. Bunlar atamazlar, en küçük bir kartvizitten, üst üste konarak yığın oluşturan gazetelere kadar açık bir atma eksikliği ile karakterize bu tablo, ancak yüklük gibi ayrı bir odanın bulunması halinde aynı evde çoklu yaşamaya müsaade eder. Onlar (yani bizler) için biriktirme dürtüsünün bir sınırı yoktur; konuşmalar için verilen plaketler, sertifikalar, paketlerden arta kalan ipler, hasarı beresi olmayan kutular, aklınıza gelen ne varsa biriktirme için mükemmel nesnelerdir. Önceki kuşağın yokluk yıllarının her bir çıkma musluğu ya da artan vidayı biriktirmesinin ötesinde, babamın doruğa vardığı (benim asla yakalayamayacağım) biriktirme unsuru ise poşetlerdir. Bu akla ziyan durum, önceleri Alzheimer’in bir bileşeni olduğunu düşünsem de, binlerce poşetin kaç yılda, her biri bir kesme şeker boyutuna katlanacağını hesapladığımda hastalıkla örtüşmedi.

Atıcılar için çok fazla yazacak şey bulunmaz, çünkü zaten atarlar. Bu grubun evlerinde fazladan hiçbir şey yoktur. Sadece kullanılabilir olanlar saklanır, atma eylemi düzenlidir, yani biriktiricilerin aksine hezeyanlar şeklinde gelmez, birikmeden atılan bir şeyin hikayesini çıkarmak da pek kolay olmayacaktır. Oysa biriktiriciler bir destandır (övgü değil, epik bir daralma destanı). Bu destan yalnızlıkla doruğa ulaşır; karışanı olmayan, hele hele geleni gideni bulunmayan bir biriktiricinin önce aile yadigarlarıyla başlayan saklama tutkusu, bir sonraki aşamada eskiden kalma bütün fotoğraflar ile devam eder. Bu saklama saplantısı “bir gün bakmam gerekirse” diyerek eve giren her şey için geçerli olabilir. Basılıp okunmuş makaleler, teyp tedavülden kalksa da var olan kasetler, yazıp yazmadığı bilinmeyen muhtemelen kurumuş kalemler, posta çoktan uygulamadan çıksa da paketi açılmamış zarflar biriktirilen objelerin sadece küçük bir bölümüdür.

Evrimsel bakış açısıyla atıcılar büyük olasılıkla avcıların soyundan gelir; bunlar bulur, alır, tüketir ve atarlar. Oysa uygarlığı kuranlar toplayıcıların soyundan gelenlerdir; bunlar toplar, biriktirirler, ama atmazlar. Atıcıların arkalarından ne kadar az iz kalırsa, biriktiricilerin arkalarından da o derecede büyük tümülüsler ortaya çıkar. Bu tümülüsler yakıştırma değil gerçektir, annemle olan atışmalarımızın temelinde de tümülüslerin atılması değil, birbirleriyle karışacak biçimde düzlenmesi yatar. Aslında her bir tümülüs kendine özel bir zamana aittir, dolayısıyla karmaşa zannedilen kağıt öbekleri aslında kendi içinde konu ve zamanla ilişkili semantik izlere sahiptir. Toplayıcıların yarattıkları kendi içinde tutarlı dağınıklık, anne eliyle düzeltilse bile uzay-zamanda bir felaketle sonuçlanacaktır.

Yine de toplayıcılığın iki sınırı vardır: Birinci sınır yer kalmamasıdır, artık tümülüs kurulacak alan kalmadığından atıcılık ister istemez zorunlu seçenek haline gelecektir. Zira tümülüsler birbirlerinin üzerine kayabileceğinden bir süre sonra geçerliliklerini yitirmeye başlarlar. İkinci sınır ise daha seyrek olan kendi kendine ikna durumu ya da diğer betimlemeyle kabullenilmiş çaresizliktir. Tümülüsler sadece kağıtlardan oluşmaz, DVD’ler de zamanla yığınlar oluşturur, kediler bir süre sonra yığınların arasında patikalar açmaya başladığında kaçınılmaz son kendiliğinden başlar. Bu bir tufan ya da yanardağ patlaması gibi olası en büyük değişiklikle sonuçlanır; kütle atıcılığı.

Trompet sevdasıyla başlayan büyük döngü artık bir sonraki aşamaya geçer; büyük yok oluş ve yeniden doğuş. İşin en meşakkatli, ama en doğurgan aşaması da budur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir