Hayatta karşılaştıklarınızı siz ne kadar görmezden geçebiliyorsunuz bilmiyorum. Benim yaşamla olan en büyük uyuşmazlığım belki de budur; yani görüp geçememek. Bundan yaklaşık bir ay önceydi, bir pazar sabahı eve dönerken bastırıveren sağanak yağmur beni sığındırıvermişti de Beyoğlu’ndaki bir sokak kahvesinin saçağının altına, Bayram’la tanışmamız işte öyle oldu. Bakmayın Bayram dediğime, yaşı yetmiş beş, elinde bastonla o da aynı saçağın altına sığınıp durmuştu. “Haydi gel, bir çay da sen iç” dedim, sağanak yağmur yollarımızı buluşturmuştu. Hayli pejmürde bir görünüş, uzamış sakalları ve eprimiş pantolonu vardı. İdrar kokuyordu üzeri, belli ki artık kifayet etmeyen bedeni onun en büyük derdiydi. Tıpkı babamın gözleri gibi masmavi gözleri, yani aşinası olduğum mavi derin gözler, o gözler bambaşka bir şeye bakıyordu, benim göremediğim bir şeylere.
Bir oğul bir de kız iki çocuğu varmış, lakin evden uzak Yeşil Rize Oteli’nde yatarmış, günlüğü on liraya. Derdi, artık kontrol edemediği mesanesi, cebinden bir kağıt çıkarttı. Gazeteden kesilmiş bir kupür, “prostat tedavisinde son aşama”, lazerle bir tedavi; diğer dertleri besbelli artık ondan uzaktı, arayıp sormayan çocukları da dahil. Telefonumu verdim, “bir sorun olursa ara” dedim, “madem otel bu kadar yakınımda, geçerken bile uğrayabilirim.” Derken sağanak dindi ve ayrıldık. Beni arattığı ilk görüşmemizden dört gün sonraydı, otelden de atılmış, para olmayınca on liralık otelin kapıları da kapanır insanın yüzüne. Gittim sokaktan buldum, yürüyemiyor olmak da bir avantaj olabilirmiş, tabi eğer arayanınız varsa. “Sen ertesi gün en iyisi bize gel” dedim, “ama sabahtan gel”. Hiç olmazsa karnesi vardı.
Bayram tam tahmin ettiğim gibi ertesi gün öğleye doğru geldi. Ben sadece elimden geleni yapabildim. Elindeki birkaç tetkike baktım, malum “kongreler mevsiminde” kimseyi bulup da hasta göstermek söz konusu değildir. Ama farkındaydım, ta ilk gün karşılaştığımızdan beri, Bayram sokağa süpürülmüş bir kediydi benim için; kedileri ben hep severdim, kedileri ben hep gözetirdim.
Sonraki günler durumda bir değişiklik olmadı, Bayram geldi ve gitti. Benim işi uzmanına göstermek şeklindeki çabalarım sonunda tükendi ve bildiğim gibi müdahale ettim. Faydalanacağını düşündüğüm ilaçları verdim, lakin bunun bir de kalacak yer sorunu vardı. Belli ki otelde kalması da artık mümkün değildi. Oteller sadece parası olan insanlar için değildir, on liralık otel bile sorunlu müşteri için bir süre sonra dar gelir, süpürülürsünüz sokağa. Ben de Büyükşehir Belediyesi’nin yaşlılar için yaptırdığı evleri araştırmaya başladım. Kayışdağı’nda yeni bir yer açılmış dediler, arkadaşlar araya girdi, onlara ulaştım. Ancak ne mümkün, ya hiç kimseniz olmayacak ya da ayda en az yedi yüz lira maaşınız. Velhasıl Bayram’ın iki çocuğu fazla, beş yüz lira maaşı eksik geldi. Bayram bütün çabalarıma rağmen sokakta kalmaya mahkum bir kediydi.
Artık sabah geldiğimde de onu çalıştığım yerde görür olmuştum. Güvenlik görevlileri “gece gidecek bir yeri olmadığını söylediğinde” diyecek bir şey bulamamışlar. Derken kuşların anası Şerife almış bir güzel yıkamış. Akşamları çıkan karavanadan karnı doyurulur, bodrumda yatırılırmış.
Kimsesizlerin kimi olmayı bir türlü başaramayan Sayın Başbakan şu günlerde Tac Mahal’i geziyor, Kadir Topbaş 118 yaşlı evi açtıklarını panolarla Taksim’in göbeğinden duyuruyor. Oysa Bayram, iki çocuklu ıssız adam, başını sokaklardan bir dam altına sadece iyi niyetli insanların varlığına binaen sığındırdı. Geçen hafta malumunuz şiddet gören kadınların evi Mor Çatı, kaymakamlık 15 bin liralık desteği artık vermediğinden kapandı. Derken İstanbul Büyükşehir Belediyesi öğrenci burslarını da kesti.
Devlet tıpkı Karaköy vapur iskelesi gibi, bir garip lodosa bile dayanamadı.