Yirmi iki Temmuz’un son haftasına girdik. Pazar günü oy kullanacağız, ancak Türkiye hiçbir seçimde böylesine bir yol ayrımında olmadı. Bugüne dek yapılan seçim anketlerinden hiç söz etmek istemiyorum, bu kadar değişken bir anket spektrumuna da bugüne dek tanık olmadım. Ancak olup bitenin gözle görülür bir yorumu var, başta borsa olmak üzere ekonomi anket sonuçlarından bile memnun. Oysa yakın zamanda Şükrü Kızılot, Güngör Uras, Yaman Törüner gibi ekonominin ve finans sektörünün önde gelen isimleri yazdılar, Türkiye’de ekonomik durum sanıldığı gibi iyi olmadığı gibi, yakın zamanda ortaya çıkabilecek derin bir krizin de sinyallerini vermekte. Söz konusu analiz size geçen hafta tanıtmaya çalıştığım Emrullah Cemil Tarhan tarafından medyaya iletildi (www.ezete.com). Ben söz konusu analizi sizinle paylaşmak istiyorum, benden daha iyi anlayanların bana da anlatmasını rica ediyorum..
Hazine’nin AKP döneminde dış piyasalara olan borcu %70 artış göstererek, Aralık 2002’deki 130 milyar dolardan 221 milyar dolara yükseliyor. Ancak esas dış borcu alan özel sektör, özel sektörün dış borcu aynı tarihteki 44 milyar dolardan 138 milyar dolara yükseliyor. Söz konusu krediler devlet güvencesi altında alınan dış borçlar. Ancak dışarıdan alınan krediler, yatırım yapmak yerine devlete %17.5 faizle satılıyor. Böylelikle devlet iç piyasaya da 100 milyar dolar borçlanıyor. 2006 yılında devlet 174 milyar dolarlık iç borç için 30 milyar dolar, 191 milyar dolarlık dış borç için de 5 milyar dolar faiz öder. Yabancı bankaların özel sektöre açtığı krediler 50 milyar dolar artarak 28 milyar dolardan 78 milyar dolara yükseliyor. Özel sektör dış kredileri yatırıma yönlendirmiyor, devlete yüksek faizle satıyor, böylelikle iç borç 200 milyar dolara ulaşıyor. Dış krediler suni ihracat etkisi yaparak dövizin bollaşmasına neden oluyor, dolar kuru bugün bulunduğu tabana oturuyor. Yatırımcı kur artışı beklentisiyle dövize yöneliyor, bunun sonucu olarak döviz tevdiat hesapları yüzde yüz artarak 82 milyar dolara ulaşıyor. Devlet yüksek faizle borçlanınca bankalar da mevduata yüksek faiz veriyor, 104 milyar dolarlık YTL mevduatı 137 milyar dolara çıkıyor.
Döviz bolluğunun bir başka nedeni de devlet mallarının yabancıya satışı. Banka satışlarıyla birlikte özellikle kredi kartları aracılığıyla vatandaşların para harcama eğilimlerinin ne olduğu (sosyal eğilimler) görülüp analiz edilebilir hale geliyor. 2004-2006 tarihleri arasında yaklaşık 18 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştiriliyor. Merkez Bankası ABD bankalarındaki mevduatını ve fonlarını 64 milyar dolardan 100 milyar dolara çıkarıyor, uluslararası rezervler 101 milyar dolara varıyor. Yukarıdaki tablo sonucunda yurtdışından alınan kredilerin devlete satışından doğan toplam ek maliyet (%2.5-%17.5 faiz farkının 4 yıllık bilançosu) 60 milyar dolar.
Peki bu 60 milyar dolar ne oldu? Bu para sizin benim, yani vatandaşın ortalama yaşam düzeyine aksetmedi, çünkü bu para istihdama yönelik yatırıma dönüşmedi. Bu para orman yangınlarını söndürmek amacıyla uçak alınmasında, okulların eğitim kalitesinin yükseltilmesinde, Anadolu’nun kalkındırılmasında kullanılmadı. Bu para kısmen sayıca çok kısıtlı bir zümrenin hesaplarına kaydırıldı, kısmen bizim aklımızın almadığı alım-satım işlemlerinin karşılığı oldu, kısmen de gitmemesi gereken yerlere yönlendirildi. İşte bu nedenle finans sektörü (ve büyük medya) durumdan fazlasıyla memnun, mesele para kazanmaksa AKP döneminde iyi para kazanıldı, ama mesele geleceğe umutla bakmaksa, bu tablo içerisinde umudun fazla bir yeri yok. Söz konusu kredilerin bir gün geri ödenmesi gerekecek. Borç para alınarak kazanılan paranın birileri tarafından karşılığının verilmesi gerekecek. Bu karşılık ya paranın bizim tarafımızdan ödenmesi olacak, ya da bu kadar yüksek borç karşılığında daha fazlasının verilmesi istenecek. İşin üzücü yanı, bu kadar büyük paranın karşılanabileceği bir özelleştirme kalemi bulunmamakta, bu paranın karşılığı olasılıkla ekonomik değil siyasal olacaktır.
Son günlerde Onur Öymen’in Türkiye’nin Gücü adlı kitabını okuyorum. Bu kitabın gösterdiği çok açık bir şey var; “Türkiye gerçekten çok büyük bir ülke”. Ancak Türkiye’nin gücü “götürenler” ve “adanmışlar” arasındaki “bedel ödeme” çerçevesinde gidip geliyor. Yakın zamandaki banka krizi bunun açık bir örneği. Bedel ödeyenler hep aynı, bizler, bizim çocuklarımız, bizim köylülerimiz, bizim şu günlerde “bir tek” oyunu bir kilo nohut karşılığında vermeye razı olan sevgili vatandaşlarımız. Onları bu hale düşürenler nedense her seçim dönemi yeni bir oy istemek için karşılarına geliyor.
İşte bundan ötürü, seçeneksizlerin oylarını gönül rahatlığıyla verebilecekleri bir seçenek çıkamıyor. Seçeneksizler bu seçimde de oylarını kerhen kullanacaklar. Suni yüksek karlılıktan memnun finans çevreleri bile, oylarını “ülkenin geleceğini teminat altına almak adına dağıtacaklar” (ya da utandıklarından öyle söylüyorlar). Meclise bir partinin daha girebilmesi umuduyla, en azından en yakın dördüncü partinin, bir seçenek oluşturamasa bile, kendilerine konulan barajı aşabilmesi için.