Siz nasıl kabul edersiniz bilemiyoruz, günümüzde bilimin üstünlüğü “tartışılmaz gerçeklik” olarak kabul edilse de, aslında bu yaklaşımın ciddi ölçüde eleştiriye “muhtaç” noktaları bulunmaktadır. “Muhtaç” kelimesi özellikle seçilmiştir, zira eleştirilip düzeltilmediği takdirde bilimin ilerlemesi tamamen durabilecektir. Kısaca söylemek gerekirse aşağıdakileri sıralamak mümkün görünmektedir:
- Bilim ya da olayları tamamen bilimsel olarak açıklamaya çalışmak, uç noktada “bilimcilik” olarak adlandırılabilecek bir konumla sonuçlanır. Bu yaklaşım her şey için bir kanıt aramakla kalmayacağı gibi, bilgilerin ışığında, ama sadece analizle erişilebilecek sonuçları reddetme ya da en azından görmezden gelme eğilimindedir. “Bilimciler” kendilerini genellikle “aydın” olarak tanımlarken, olayların kendi inandıkları dışındaki açıklamalarını eksik bilgi ya da hurafe kabul ederek tartışmanın önünü kaparlar. Böylelikle bilim de gerçeğin arayışı olmaktan çıkarken, kendi kurallarına tabi, ama illaki kanıta dayalı bir inanç biçimine dönüşür. Oysa astronomi gibi pek çok bilim dalı aslında kuramsaldır, ancak mevcut doğa kanunları çerçevesinde var olurlar. İş böyle olunca Plüton’un gezegen olup olmadığı bile oylamaya tabi hale gelir.
- “Bilimciler” kendilerinden önceki çağlarda yaşamış herkesi “aptal” sanmak gibi bir yanılsama içerisindedirler. Onlara göre tarih öncesi çağlarda yaşamış olanların neredeyse hepsi ilkel ya da akıldan yoksundur, sadece kendileri gerçek bilgi sahibi aydınlanmış kimselerdir. Bu durumda öncekilerin ileri sürdükleri görüşler (birkaçı dışında) reddedilirken, “modern bilimin günümüzde eriştiği nokta doruk olarak kabullenilir”. Oysa ölçüm olanakları arttıkça, çıkarıma varma becerisi orantılı biçimde azalmaktadır. Nitekim bilim sadece ölçülebilir kavramlardan ibaret olmadığı gibi, “çıkar sağlamamak” ilkesine bağlılık hakim olma sığasını ileri derecede genişletir.
- Bilimin üstünlüğüne körü körüne inananların gözden kaçırdıkları bir başka unsur da “gözlemin zaman bileşenidir”. Örneğin Heisenberg Belirsizlik İlkesi’ne göre, gözlemi ne kadar keskinleştirir, zaman aralığını ne kadar kısaltırsanız, ölçmeye çalıştığınız parametre dışındaki kavramlar o kadar bulanıklaşır (elektronun konumu ve spini aynı anda saptanamamaktadır). Bu kavramın özellikle biyoloji için de geçerli olduğundan, örneğin hastalığa ait olduğu düşünülen bir değişkeni ne kadar kesin saptamaya çalışırsanız (örneğin genlerin çalışması), genel tablonun o kadar bulanıklaştığından daha önce bahsetmiştik. Ama bunun tam tersi de söz konusudur; gözlem aralığı ne kadar genişletilirse olayın (örneğin hastalığın) gidişatına o kadar emin vakıf olunacaktır: “Çok yavaş gerçekleşen olayların saptanması, hızlı gerçekleşenlere göre çok daha zordur”.
- Dolayısıyla “bilimcilerin” bir diğer yanılgısı, mevcut gerçeklik halinin sadece bir saptama olduğunu kabul edememeleridir. Aynen “doğru-yanlış, pozitif-negatif” kavramları gibi, aslında “gerçeklik halinin değişkenliği” esastır. Bugün için doğru olduğu varsayılanlar genel-geçer bir kabullenme halinin sonucudur, ki buna “paradigma” diyoruz. Bu paradigma değişiklikleri yüzlerce yıl önce, “dünyanın evrenin merkezi olmadığı” ya da “elmanın düşmesinin yerçekimine bağlı olduğu” örneklerinde olduğu üzere defalarca tezahür etmiştir. Zaman benzer paradigma değişikliklerine her zaman gebedir, bugün herhangi bir konuda doğru kabul edilen gerçeklik hali, yarın bambaşka bir yöne doğru konum değiştirebilir.
- İçine düşülen yanlışlıklardan biri de betimlemeler bütününü bilim olarak adlandırmaktır. Bilim yapısı gereği “olayların nedenini açıklamak” durumundadır, nedensellik (illiyet) taşımayan betimlemeler bilimin kapsamına girmez. Örneğin anatomi gözle görünen organların yapısını ve birbirine olan konumlarını anlatırken aslında betimleyicidir, onu bilim haline getirecek olan kavram “bu konuma neden ve nasıl” eriştikleridir. Böyle bakıldığında tıbbın bizatihi kendisi de aslında bilim özelliği göstermez, külliyatının neredeyse tümü betimlemeler ve anlamlandırma çabalarından oluşur. Aynı düşünce biçimi içerisinde, aslında (insan yapımı) mühendislik dalları dışında bilim olarak adlandırılabilecek bir alan yoktur.
- Bilimde amaç tüme varmaktır, ne var ki “tümlük hali parçalara indirgenerek bütüne varılamaz” (Descartes ya hata yapmış, ya yanlış anlaşılmıştır). Tüme varma çabası ise başta felsefe olmak üzere, sosyoloji dahil diğer alanları gerektirir, zira olaylar tekrardan ibarettir (tarihin tekerrürü prensibi). Bu konuma nispeten yaklaşıldığında, emarelerden (belirtilerden) yola çıkarak tüme varmak da olası hale gelir, işte bunu “ilim” olarak adlandırıyoruz. Günümüze hakim olan “bilimci” sistematik uzmanlaşma üzerine kurulu olduğundan aslında ilimden giderek uzaklaşmaktadır. İlimin son yükselişi Milat’tan kısa süre önce ve sonra gerçekleşmiş, “aritmetik, altın oran” gibi genel kuralları tanımlamakla sonuçlanmış, Rönesans sırasındaki hafif ışıma aslında sönmekte olan mumun son parlaması olarak kalmıştır.
Yukarıda saydığım yanılsamalar kuşkusuz sadece bilime ait değildir, sosyoloji ve hatta hukuku da kapsar. Örneğin en ileri yönetim biçiminin demokrasi olduğu görüşü tartışmaya tamamen açıktır (düşük profilli çoğunluğun işbirliği mediyokrasi ile sonuçlanır). Hukukun çözemeyeceği durumlar vardır, gönüllü uzlaşı olmadıkça sonuçlandırılamaz (adalet tanrıçasının gözleri bağlıdır). Gözümüzün önünde olup biten olaylar tarih sayesinde rahatlıkla başkalaştırılabilir (tarihi hükümranlar yazar).