Piliç başta olmak üzere yazdıklarıma ya da söylediklerime gelen eleştirilerin odak noktasını “somut delil” kavramı oluşturuyor. Öncelikle vurgulamam gerekir ki, ilim ve bilim birbirinden farklı kavramlardır. Bilim verilerden bilgi üretir, ilim ise bilimin ürettiği verileri, komşu alanlarla da karşılaştırarak bir sonuca varır. Bilim veri üzerine kuruludur, ama ilim verilerin ötesinde emareleri, yani başlangıçta gözleme dayalı ve ölçülme niyeti olmayan bulguları da değerlendirerek bir sav ileri sürer. Örneğin Newton’un elmanın başına düşmesiyle fark ettiği durum bilim değil, ilimdir, “cisimler arasında çekim gücü” olduğunu var saymış, sonrasında sınamalarla bunun doğru olduğunu ve matematiksel kanunlarla da ifade edilebileceğini bulmuştur. Newton’un başlangıç noktası “emarelerden yola çıkmaktır”, bunu kurallaştırarak “bilim” olarak ifade etmiştir. Bugün uzaya yollanan uydular ve mekikler Newton Kanunları’na dayanarak ivmelendirilmek zorundadır, aksi takdirde yer çekimi kuvvetinden kaçamazlar. Buna karşılık, kanun erişilmesi mümkün olmayan gezegenler için de geçerli olduğundan, olası yörüngeler hesaplanmakta; bunlardan sapmalar olduğunda kanun (tahminen) evrensel olduğundan (hala tahmindir, çünkü “somut delil” üretilemez) olası başka gezegenlerin ya da uydularının da arada var olduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla kanunun evrensel olduğu “kabul edilerek” yine emarelerle, yani ilmen çıkarıma varılır (Ve elbette, (1) kütle yapısı farklı gezegenler için kanunun değişebileceği unutulmamalıdır. (2) “ilim” kelime kökeni eski olsa da, dini bir kavram değildir.).
Tıp ve doktorluk, zooloji ve veterinerlik, botanik ve ziraatçılık illaki benzer kurallara tabi “öğretilerdir”
Kanunlar fiziksel evren için çok dar marjlar içerisinde geçerliliklerini koruduklarından, matematiğin de soyut olduğu düşünüldüğünde, fizik aslında en gerçek bilimdir. Bundan sonra gelen kimya çok daha esnek kurallar içerisinde seyreder. Bir reaksiyonun gerçekleşmesi, maddenin fiziksel özelliğinin ötesinde sıcaklık ve basınç gibi değişkenlerle doğrudan ilişkilidir. Söz konusu biyokimya olduğunda esneklik daha da artar, tüpteki reaksiyon çok fazla değişkene, örneğin “allosterik katalizöre” (reaksiyona girmeyen, ama hızını değiştiren faktörler) bağlıdır. Ne var ki biyolojik bir sistem söz konusu olduğunda şartlar tamamen değişir, artık canlı bir organizma vardır, bunun nasıl işlev gördüğüne dair veriler kısıtlıdır. Batı bilimi biyolojik olayların karmaşıklığını Dekart’ın kartezyen düşüncesiyle çözmeye çalışır. “Ortada anlaşılamayan karmaşık bir durum varsa, bunu daha kolay anlaşılabilir küçük parçalarına ayırın, her birini anlamaya çalışın, sonunda tüme vararak ana karmaşık durumu açıklayın” der. Oysa en küçük kısmı olan “hücrenin” bile anlaşılamadığı canlı sistem, kartezyen mantıkta sorun çözümüne son derece dirençlidir. 1950’lerde DNA’yı oluşturan bazlar, bunların oluşturdukları sarmal zincir, bu zincirin eşlenmesinin matematiksel bir ifade bulması, biyolojinin de matematikselleşebileceği umudunu artırmış, ama sonrasında pek çok canlının genomunun okunmasına rağmen olsa olsa gen ve protein dizisi bankalarının kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bunun nedeni biyolojinin mantığının farklı olmasıdır, hücre içi zar kompleksi “endoplasmik retikulumun” ne olduğunu kimse bilmez. O nedenle biyoloji ve ilişkili bilimler (tıp ve doktorluk, zooloji ve veterinerlik, botanik ve ziraat) birer objektif bilim dalı değildir; kendine özgü, ama benzer kurallara tabi “öğretilerdir”.
Bilimin endüstrileşmesi onu aslından uzaklaştırır
Ne var ki zemin hatalı kurulduğunda bunun üzerine sağlam bir yapının inşası mümkün olamamaktadır. Bugün sadece tıp alanında bile yüz milyarlarca dolar harcama yapılmasına rağmen değil hastalıkların tedavisi, önlenmesinde bile aşama kaydedilemiyorsa, düşünce biçiminin ve algının en baştan sorgulanması gereklidir. Mensubu bulunduğum tıp bilimi, teknoloji ve geliştirildiği söylenen birkaç yeni ilaca karşılık gerileme dönemini yaşamaktadır, dahası endüstrileşmiştir. Tıbbın endüstrileşmesi elektroniğin, fiber-optik sistemlerin ve yazılımın sunduğu yeni tetkik yöntemleriyle doruğa ulaşır. Oysa endüstrileşme biyolojinin diğer ana kolları olan zooloji ve botanikte daha farklı gerçekleşir. DNA hücrenin merkezinde yer aldığı varsayılsa da basittir (“en içte olan en basittir” prensibi). Buna rasgele müdahaleler bile (X-ışınlarıyla mutasyon denemeleri) patent kapsamına alınabilecek yeni özellikler ortaya çıkarabilir. Gen bilimi (genomik) kavramının ortaya çıkmasıyla durum daha da verimli bir ticaret alanına dönüşür. Örneğin yabani otların üremelerinin tirozin sentezine bağlı olduğu bilgisi, tirozin sentezini bozan gilofosatın geliştirilmesiyle sonuçlanır. Bir sonraki aşamada, glifosatın patent süresi dolunca, firma tirozini alternatif yoldan sentezlemeye yarayan gen kompleksini soya genine (genom) yerleştirir. Benzer durum elbette DNA’sına sığır büyüme hormonu nakledilen piliçler için de geçerlidir. Tıp etik gerekçeleri esnetip insan genomuna müdahale edebilse, aslında ısmarlama bebek yapılması bile mümkündür.
İşte bilimin “somut delil” kavramı burada esnetilmenin ötesinde deforme edilir, bütün mesele yapılan doğa dışı uygulamaların akla uydurulması, yani rasyonalizasyonudur. Veterinerler artık hayvanın sağlığından değil, daha çok et, yumurta ve süt üretiminden, ziraatçılar da sürdürülebilir tarımdan değil, tarlanın genetik ve kimyasal müdahale ile miktar olarak daha çok ürün vermesinden sorumlu hale gelir. Bütün bunların “1930’lardaki savunması bile”, “artan nüfusun doyurulması” şeklinde tezahür eden “romantik sosa bulanmış” kazanç hırsıdır.
Sadece ergenliğe ulaşamayan “jüvenil” formlar hızlı büyütülebilir
Doğanın mantığı “bilerek ya da bilmeyerek” kötüye kullanılmaktadır. Piliç daha çok eti ancak ergenliğe henüz ulaşamadığı ilk haftalarda, ama mutlaka doku yapısını bozan (kas dokusunu saran perimisyumdaki kollajen sentezini durduran) halofuginon, salinomisin, aureomisin gibi antibiyotiklerle yapabilir. Tarladan daha fazla verim ise ot mücadelesiyle değil, ot ilacı sayesinde çapa kanallarının da ekilmesi ve yine olgunluğa erişmenin durdurulmasıyla mümkündür (GDO pirinç ancak ot ilacı verilirse verim artışı sağlar, meselenin zararlı mücadelesiyle ilgisi yoktur). Bu yaklaşımın ortak sonucu aromatik madde sentezi yapamayan (jüvenil) formlardır. Bu ürünlerin lezzeti (aromaları) yoktur. Cornish Cross denen uç piliç hibridi, koynuna Denizli horozunu alsa bile üreyemez.. Dolayısıyla ana soydan yeni yumurta temini zorunludur. İleri derecede hibridize edilmiş domatesler de tohum veremez.
Bilime körü körüne inanan arkadaşlarımız, bilginin kötüye kullanılabileceğini, küçük bir zümreye (üstelik sonuçları anlaşılamayan ticaret anlaşmaları çerçevesinde) “legal ama haksız” kazanç sağlayabileceğini göz ardı etmemelidirler. Dahası bu doğasından ve ilkelerinden sapmış bilim, asimetrik ticaret ve haksız kazanç, endüstriler tarafından değil, akademi üzerinden, genç ve mesleğine inanan bilim insanlarının iyi niyetli tutumları kullanılarak halka benimsetilir. Başka bir ifadeyle, “kaleler işgal edilir, yani üniversitelere girilir, memleketin ilim orduları dağıtılır, entegre (organize) sistemlerle üniversite mezunu iş gücü bile taşeronlaştırılır, değersizleştirilir ve nihayetinde milletin (küçük çiftçisinden esnafına) fakr-u zaruret içinde ucuz marketlere mahkum, harap ve bitap düşmesi” sağlanır. Bütün bu süreç de “bilim bilim, somut delil, kanıta dayalı tıp” burslarıyla desteklenen (“Amerika’dan yeni döndü” mantığı) endüstrileşmiş üniversite mensuplarına savundurulur. Bu arkadaşlarımız bir yandan yaş kedi mamasına güzelleme yaparlar (haklıdırlar, AB müktesebatı sakatatçıları biçmiştir, pahalıdır, ama zorunlu kalmışızdır), azalan iş imkanları sonucunda geçim derdiyle ait oldukları disiplinin endüstrisine mahkumdurlar. Önceki yazıda geçen “dövüştürülmemize rağmen ‘sahibine’ yaranmak çabamız” sözünden kastım budur, bu düşünce “popülist” ise sonuna kadar arkasındayım. Ama ne güzel ki, geleceğe dair umut verici olan da odur, arkadaşlarımız eleştirilerinde samimidirler; “durun kandırıldık!” nidası çok kolay karşılık bulabilir.
Bir düşünceyi savunurken bile “temkin” elden bırakılmamalıdır
Yaptıkları işe sonuna kadar inanan arkadaşlarımdan tek istirhamım “temkinli” olmalarıdır (sonraki paragraflara bakın). İnsanlar mesleklerine inanırlar, son derce anlaşılabilir bir tutumdur. Ben de uzun süre inandım. Ama tamamen rastlantı eseri, endüstriyel yoğurdun neden ekşiyemediğini anlamaya çalışmaktan başlayan süreç, bir hafta sonu on yaşındaki kızımın, uzaktan baktığında et kalmadığını gördüğüm piliç budunu hala kemirmesine atfen, “nesini yiyorsun” soruma, “ekleminden et fışkırıyor” cevabıyla bu noktaya ulaştı. Elbette veteriner dergilerini okuyarak veteriner olmak gibi bir iddiam yok, ama biyolojinin kuralları fizik kadar kesin olmasa da ortaktır, “eklemden et fışkıramaz”. Gazlı içecekler konusu gazından değil, bileşiminden ötürü sakıncalıdır (başka bir hikayedir; ucu gaza değil, içeriğe dayanır). Google doğru kullanırsanız bilimsel makalelere de erişim sunar, bilimsel yayınlarda da geçerli yöntem olarak kabul edilen arama motoru olmasının nedeni budur (Google sadece popüler kültür sayfaları sunmaz, makalelere, kitaplara, tezlere ve patentlere de erişebilirsiniz, değeri bundandır. Google taraması bilimsel makalelerde de sık başvurulan bir “veri tabanı taraması” yöntemidir).
Meslek sorgulanmadan ilerlemez
Meslek sorgulanmazsa ilerlemez, hele kanserdeki devasa araştırma fonlarına rağmen başarı yoksa, onkoloji geriliyor demektir. Piliç üretimini bu kadar büyük bir sadakatle anlamaya çalışmam, kanseri anlamaya çalışmamla göbekten bağlıdır, çünkü biyolojinin mantığı aynıdır.
Kimsenin mesleğine saygısızlık edemem, ancak:
- Yumurta yapımında iskelet kalsiyumunun çok hızlı emilebilmesi; dolayısıyla insan tümörlerine bizim sintigrafiye (kemik taraması) bakarak “metastaz” dediğimiz durumların kemik zarının hızlı kalsiyum serbestleştirmesi ile ilişkili olabilir.
- Kollajen sentezini bozan halofuginon, salinomisin gibi antibiyotikler; dolayısıyla bizim kemoterapide kullandığımız ilaçlar, aslında DNA üzerinden değil, “kollajen yeniden modellemesi” gibi bir mekanizmayla da etkili olabilirler. Nitekim lösemi tedavisi kollajen yıkımına neden olmaktadır.
- Büyümede gerekli sülfür kaynağı metionin gibi maddelere karşılık (yeni protein sentezinde başlatıcı kodon mutlaka metionindir, olasılıkla o nedenle zorunludur), jüvenil piliç formlarında metionin ve sistein benzeri sülfürlü bileşenler ancak “ergenleşmeyle” bünyeye katılmaktadır. Karakteristik koku da bunlar sayesinde olmaktadır, bu maddelerin DNA sentez kontrolünü ya da protein sağlamlığını sağlayan “protein içi bağları” (disülfid bağları) oluşturduğu “nettir”.
- Biyolojik sistemler benzer çalışır. Toplumun bütün aromatik bileşikler ve organik sülfür kaynakları “jüvenil besin kaynaklarının hızlı büyütülmesi, yumurtaların klorla yıkanması, sütün aşırı fiziksel işlemden geçirilmesiyle” azaltılmaktadır. Bunun doğal sonucu insanda da DNA kontrol mekanizmalarının zayıflaması ya da en azından aromatiklerden sentezlenen sinirsel ara geçiricilerin azalmasıdır (depresyon).
Dolayısıyla sevgili arkadaşlarım, “temkinli” olmanızı istirham etmemin nedeni budur, “mesleki olarak kandırılmış” olmamız olasılığını göz ardı etmeyiniz, bilim ve ilim ayrı kavramlardır. Benim naçizane kanaatim tıbben “oyalanmış” olduğumu göstermektedir. Akıl bağlanmasından kurtulmam sizin alanınızı okumamla başlamıştır.