Bilime duçar “bilimciler” onu ayrı bir inanç sistemi haline getirse de, bilimsel ilerlemenin sürükleyici gücünü neyin oluşturduğu aslında tartışmalıdır. İlerlemelerin bir kısmı elbette gereksinimleri karşılamak üzerine kuruludur. Örneğin besinlerin saklanma süresini uzatmak gereksinimi buzdolaplarının geliştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Buzdolabının soğutma işlevi, gazların genleşme sırasında ortam sıcaklığını çekmeleri prensibine dayanır. Siz mekanik kuvvet yardımıyla gazı sıkıştırdığınızda sıcaklık ortaya çıkar, ama daha sonra bunu serbest bıraktığınızda genleşen gaz ortamdan sıcaklık çeker (kolonyadaki alkolün buharlaşırken elinizi soğutmasından farklı değildir). Böylelikle haznenin içi soğurken, bunun bedeli olarak buzdolabının dışı da ısınır. Bu yaklaşımın daha büyük ölçekli aşaması yaşanan ortamlara da uygulanabilir ve klimanın geliştirilmesiyle sonuçlanır, bu kez ısıtılan yer ister istemez evin dışıdır. O halde geliştirme mantığı ortaya çıktığında ve hele hele fikri mülkiyet haklarının tanınmasıyla destekleniyorsa (ABD bu anlayışın ister istemez merkezidir) yeni buluşların da kapısını açacaktır.
Bilimsel ilerlemenin merkezi dürtüsü: Merak
Buna karşılık bilimsel ilerlemenin “ihtiyaca binaen gerçekleşmediği” durumlar aslında bilimin en saf halidir ve tek bir dürtüyle uyarılır: “Merak”. Merak o nedenle desteklenmesi gereken çok iyi bir özelliktir. Günlük yaşamımızda, “fazla merak iyi değildir, “arayan Mevla’sını da bulur, belasını da” gibi deyişlerle sık karşılaşsak da, “kendini ve sınırlarını iyi bilen” bir merak bilimsel ilerlemenin merkezi güdüsüdür. Merak aslında insanın içinde doğal bir bileşen olarak var gibi görünmektedir, ortama göre bastırılabileceği gibi, özellikle teşvik de edilebilir. Merakın en saf hali ise göründüğü kadarıyla çocuklarda bulunur. Çocuk tanıştığı dünyaya karşı doğal bir öğrenme merakı içerisindedir. Eğer merakı doğru biçimde karşılık bulur, bilgiyle desteklenirse serpilmeye fazlasıyla açıktır. Ne var ki çevrenin modellemesi yeniden işe karışır, “icat çıkarma” durumu oluşur. İşin kötü yanı, hiç alakası olmadığı ve hatta sürekli “ilmin üstünlüğünü vurguladığı halde”, dini öğretiler merakı bastırmak yönünde etki göstermiştir. Bu durum dini öğretilerden bağımsızdır, aslında bütün dini öğretiler bir şekilde ilimle uğraşmanın varılabilecek en ulvi nokta olduğunu söyler. Ama iş uygulamaya geldiğinde birbirinden farklılık göstermez, “araştırılmaması gerektiği” hatalı yorumu baskın hale gelir.
Değişimin engellenme biçimi: Diploma sallamak
O halde bir adım daha ileri gidelim, diyelim merak var, olanak var, kısıtlama da yok. Bu durumda araştırma için gereken en önemli unsur nedir? Einstein’ın bu soruya yanıtı hayal gücüdür, “hayal etmek bilgiden daha önemlidir” der. Hatta söylemi bir adım daha ileri götürür, “bir şey başta saçma görünmüyorsa ondan yeniş bir şey çıkmaz” diye ekler. Bu da ne yazık ki tamamen doğrudur, ama araştırma yapıp yeni düşünce üretmeye çalışanın kişinin karşısına bir “duvar” olarak da çıkar, çünkü yeni bir kavramın yerleşik bilim camiasına kabul ettirilmesi zordur, hatta (daha doğrusu) imkansızdır. Yerleşik camia konumundan mutludur, aykırı düşünce gelmesini önce gülümseyerek karşılar ve dikkate almaz. Lakin açıklanan düşünce halkta karşılık buluyorsa bu kez akademinin kendini savunması gereklidir, önce “deli saçması” der. İkna etmede bu da yeterli olmazsa bu kez “diploma sallar”. “Diploma sallamanın” anlamı “bu işin uzmanı benim, sen nasıl konuşursun” söylemidir. İyice başa çıkılamayan durumlarda ise söylem “herkes kendi uzmanlık alanında konuşsun” olarak ifade bulan “konuşma ve fikir açıklamaya sınır getirme” konumuna çekilir (kırmızı halıya herkes çıkamaz). Bu yaklaşım bilimin yükselmesinin temel gereksinimi olan düşünce özgürlüğüne aslında kökten karşıdır. Dolayısıyla kendinin “diplomayla payelenmiş tek söz sahibi” olduğunu ileri süren düşünce biçimi, aynen dini öğretilerin yanlış yorumu gibi, dogmatik bir yapıyla sınırlanır